Önder Apo’nun 27 Şubat'ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, ekim ayından bu yana devam eden “süreç” tartışmalarında önemli bir eşik oldu.
PKK, Önder Apo’nun yaptığı çağrı doğrultusunda, 12 Mayıs’ta aldığı kararla kendini feshettiğini duyurdu.
Geçtiğimiz günlerde MHP lideri Devlet Bahçeli de Meclis’te bir komisyon kurulmasını önerdi, ancak iktidar kanadı bu öneriye mesafeli yaklaşıyor.
Akademisyen Yazar Mehmet Ufuk Uras sürece dair ANF'nin sorularını yanıtladı.
Ekim ayında Devlet Bahçeli'nin yaptığı çağrı, daha sonra 27 Şubat'ta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın 'Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı' sonrasında PKK, silahları bıraktığını ve kendini feshettiğini açıkladı. Bu gelinen aşamaya ilişkin yorumunuz nedir? Yeni bir aşama olarak tarif ediliyor, siz ne diyorsunuz?
Çok olumlu bir süreç içindeyiz ve işin zor kısmı geride kaldı. Abdullah Öcalan'ın ortaya koyduğu paradigma değişimi ve perspektifine uygun bir hareketlenme oldu ve tahmin ettiğimiz gibi PKK de bu fesih kararını aldı. Bundan sonra işin daha taktik ve pratiğe yönelik kısımları, yani silah bırakma vs.
Bu sürecin anahtar kelimesi, değişim ve dönüşüm. Aslında sadece Suriye'deki yapılanmaların dönüşme ve Suriye merkezli yönetimle koordinasyonu değil, aslında devlet yapılanmasının da dönüşümü. Yani bir anlamda demokratik anayasa, demokratik meclis, demokratik cumhuriyet. Bunların senkronizasyonu önemli.
İşin zor kısmı bitti dediniz ancak, henüz atılmış bir adım yok. Yani yasal ve hukuki zeminde bir şey yapılmadığı için bunu soruyorum. Bu süreci ölçeklendirecek olursak neresindeyiz?
Bir şey yapılmadı diyemeyiz. Çünkü fesih kararının kendisi, daha doğrusu PKK'nin kongresi en önemli süreciydi. Devlet Bahçeli'nin 'bir meclis komisyonu kurulsun ve bütün partiler bu komisyonda yer alsın, bir çerçeve belirlensin' meselesi önemli. İşte üçüncü adım büyük ölçüde bitti ve dördüncü adıma geçiliyor. Bu yaz dönemi aynı zamanda, bu barış sürecinin toplumsallaşması için yoğun bir mesai ile geçecektir.
Bu süreci başlatan isim Devlet Bahçeli'ydi ve onun çıkışı herkese sürpriz oldu. Bu çıkış size de sürpriz oldu mu? Sizin Bahçeli ile görüşmeniz vardı, aynı zamanda bu süreçte sizin de rol ve misyonunuz olduğu belirtiliyor. Bu sürecin neresindesiniz?
Hepimiz için sürpriz oldu. Ben, sayın Bahçeli ile görüşmeyi DEM Parti ile istişare halinde yaptım. Bu görüşme öncesi Tuncer Bakırhan ve Ayşegül Doğan ile temaslarımız vardı. Bir mutabakatımız oldu, hatta bunun kamuoyuyla paylaşılmasının doğru olup olmadığını da tartıştık.
Bahçeli ile görüşmemde, kendisi toplumsal muhalefet örgütlerinin bu sürecin parçası olmasının önemli olduğunun altını çizdi. Orada böyle bir politik kararlılık olduğunu gördüm. Fakat bunun kişisel bir tasarruf olmadığını da gördüm. Suriye süreci de dahil olmak üzere belli ki devlet aklı yaklaşık bir yıldır bunun mesaisini sürdürüyor.
Bahçeli ile görüşmeden sonra Sayın Ahmet Türk'e bilgiler verdim. Bu süreçle ilgili detayları verdim. Bizim rolümüz buydu. Bu sürecin hızlanması için, iki tarafın da kabul edebileceği, görüşme sıkıntısı olmayan bir isim olarak bu süreci hızlandırdık.
Diğer yandan, DPI (Democratic Progress Institute) üzerinden küresel aktörlerle de temasımız oldu. En son Ankara'da büyükelçilerle bu süreci değerlendirdik. Orada da gördüm ki küresel network büyük ölçüde bu sürecin tamamlayıcı bir parçası. Çünkü Ortadoğu'da bir B planı yok bu konuda.
Devlet Bahçeli'nin çıkışıyla birlikte Türkiye'nin içine girdiği veya girebileceği tehlikelerden söz edildi. Dolayısıyla kimileri uluslararası güçlerin bu sürecin karşısında olduğunu, kimileri de uluslararası güçlerin bu sürecin içinde olduğunu ileri sürdü. Bu görüşme ve temaslarınızda nasıl bir izlenim edindiniz?
Bu durum, siyasi partilerin kişisel tasarrufları ya da rekabetiyle açıklanabilecek bir mesele değil. En son Trump'ın Netanyahu'ya ilişkin 'Zelensky muamelesi’ yapmasından tutun da Suriye'ye ilişkin gösterdikleri performans, daha sonra Macron ile kurulan ilişki. Yani bir ölçekte Suriye, yeni yönetimle birlikte küresel hassasiyetlere senkronize olmuş olarak gibi görünüyor.
Bütün bu süreçleri Türkiye'deki siyasi rekabete bağlamak, yani 'Erdoğan bir kere daha seçilmek için bu adımları atıyor' demek, 'bu yüzden Esad devrildi, bu yüzden İran geri çekildi, bu yüzden İsrail Filistin'e saldırdı' demek, parodi veya kara mizah ile açıklanabilir.
Sonuçları itibarıyla birileri bundan yararlanıyor olabilir ama bu sürecin kendisini, ‘kayıkçı kavgası’ zemininde açıklamak biraz hafif sebep olur. Çünkü bildiğimiz dünyanın sonuna gelindi. Yeni bir dünyaya geçiliyor. Burada bütün siyasi aktörler buna uygun bir pozisyon alıyor.
Peki Erdoğan ve Bahçeli arasında bir yaklaşım farkı olduğuna dair iddialar var. Bu konudaki görüşünüz nedir?
Ben hiç öyle bir izlenim edinmedim. Zaten görüşmemizde Bahçeli, Erdoğan'ın çıkışı üzerine tutum aldığını ifade etti. Yani burada belli ki üzerine düşünülmüş, tasarlanmış bir çalışma var. Tuhaf bir şekilde -size de tuhaf gelebilir- bütün hayatımız toplumsal muhalefet mücadelesi ve sivil toplumun geliştirilmesi üzerine geçti. Niye? Devletin sivil toplumu düzenleyen ve denetleyen bir mekanizma olduğunu düşündüğümüz için. Bu içinde bulunduğumuz süreçte tuhaf şekilde, devlet aklı sivil toplumun çok daha ötesinde. Yani sivil toplumdan gelen itirazlara baktığımızda, devlet aklının bu konuda birkaç kalem daha önde olduğunu görmek şaşırtıcı.
Demek ki biz günübirlik siyaset içinde tutum alırken, birbirimize cevap yetiştirirken, burada daha stratejik bir çalışma yapılmış. Şimdi toplumsal muhalefet bu akla yetişmeye çalışıyor. Bu, çok daha önce rast gelmediğimiz tuhaf bir gelişme. Ya da milliyetçi hareketlere bakın, dünyanın her yerinde devlet endekslidir. Burada tuhaf bir şekilde devletle kavga eden milliyetçi hareketler var. Zafer Partisi ve İYİ Parti'yi kastediyorum. Zafer Partisi, İYİ Parti gibi ‘devlet rağmen’ milliyetçilik yapan hareketlerin çok fazla şansı olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla bu milliyetçi camiada bir alt üst oluş var.
Benim bu görüşmeleri kamuoyuyla paylaşmamamın nedeni, DEM Parti'nin içinde dahi tuhaf eleştirilerin olması oldu. DEM Parti yönetimine 'tamam ketum davranın fakat bu kadar değil. Bari kendi bileşenlerinize haber verin, ipe un serme siyasetinden vazgeçsinler' dedim. Kamuoyuyla paylaşma ihtiyacı, bu tuhaf eleştirilere muhatap olmamızdan kaynaklı.
Bu temaslarınız ve rolünüz devam ediyor mu?
İhtiyaç halinde devam eder diye düşündük. Arka planda tabii ki görüşmeleri sürdürüyoruz. Mesela DPI üzerinden Ankara’da DEM Parti yönetimiyle, Saadet Partisi ile, Gelecek ve DEVA Partisi yöneticileriyle süreci görüştük. Önümüzdeki dönemde diğer partilerle de görüşmeyi planlıyoruz. Ama sürecin kendisi ilerliyor. Özel olarak hızlandırıcı, kolaylaştırıcı bir rol üstlenmeyi gerektiren bir durum da söz konusu değil.
Bu süreç ihtiyaçlara göre mi ilerleyecek yoksa bir yol haritanız, rotanız var mı? Bununla birlikte sürecin kendisi nasıl devam edecek?
Bundan sonra meclis faslı zaten kamuoyu önünde olacak. Biz daha çok, herkesin mutabakat içinde olduğu, yani meseleyi topluma mal etme ekseninde, aydınlarla, yazarlarla temas kurarak durumu müzakere ettik. Ama süreç o kadar hızlı ilerledi ki, özel olarak inisiyatif almayı gerekli kılmadı. Tahmin ettiğimizden çok daha hızlı ilerliyor süreç. Yani sanal medyaya bakıldığında yanılsama olabiliyor ama genel olarak toplumda bir destek var.
Çünkü biz bu Dolmabahçe sürecinde bunu garanti olarak görmedik. Bunun toplumsallaşması için adım atmak gerektiğini DEM Parti yönetimine de ifade etmiştik. Bu mesele konusunda büyük ölçüde Sırrı Süreyya Önder'in gerçekleştirdiği süreci toplumsallaştırabilecek aydınlara, yazarlara, çizerlere ihtiyacımız var.
Çünkü felaket bir dezenformasyonla karşı karşıyayız. PKK'nin açıklamasına dönük sanki Türkiye'de demokratik bir anayasa, reformlar yapacaklar da Lozan engelmiş gibi. Sanki böyle bir tarih tartışması varmış gibi. Yani PKK gibi bir örgütün tarih değerlendirmesinin farklı olmasından daha doğal ne olabilir? Küresel çatışma çözümlerinde de böyle tarih okumalarında bir kilitlenme örneğini görmedim.
PKK farklı düşünüyor olmasaydı bugün barışı konuşuyor olmazdık zaten.
Bence bunlar aşıldı. Daha doğrusu, duvarlar büyük ölçüde aşıldı. Bu son derece kıymetli. Daha önce televizyon programlarında bile bazı önerilere karşı mesafeli durduk ki süreçle ilgili sıkıntı olmasın diye. Şimdi daha rahat hissediyoruz kendimizi.
Devlet Bahçeli'nin Abdullah Öcalan'a teşekkür ettiği bir zemin, büyük ölçüde zihni bariyerlerin ortadan kalkması, sürecin daha da hızlandırılmasına büyük ölçüde neden olacak. Çünkü Türk’ü ile Kürt’ü ile ortak bir tarihin inşası önemli; birlikte inşası önemli. Zaten bunun da kıymetini göremeyen kesimler var, ama anladığım kadarıyla işsiz kaldıkları için ya da buradan nemalandıkları için böyle mesafeli duran kesimleri dikkate almamak lazım.
Yüz yıllık bir sorundan bahsediyoruz. Yüz yılda ortaya çıkan bir tahribat var. Geçmişle yüzleşme, tahribatın ortadan kaldırılması, ileriye dönük bunun tedavi edilmesi ve tekrar etmemesi için yasal, anayasal çalışmaların yapılması gibi pek çok başlık var. Her ne kadar zor süreç aşıldı denilse de tartışılması gereken meseleler var. Buna dair ne söylemek gerekir?
Bu sürecin bir sürekliliği var. Yani dikkat ederseniz, PKK'nin kongre kararına dair açıklamasında 68 kuşağı devrimcilerine gönderme yapılıyor. O mücadelenin bir parçası olarak görülüyor. İbrahim Kaypakkaya'nın ölüm yıl dönümüydü, 18 Mayıs. Bütün bu sürece baktığınızda burada bir süreklik var. Yani geleceğin belirlenmesinde bir siyasi irade ortaya koyuyorsunuz.
Bunu bir teslimiyet ya da zaaf gibi görenler, görmek isteyenler bence süreci doğru okumuyorlar. Suriye ve Türkiye de dahil olmak üzere geleceğin birlikte inşa edilmesi, iradesi ve meşruiyetinin kendisi, başlı başına çok büyük bir kazanımdır. Bunu ileride görecekler.
Bu, Mandela'nın da başına geldi. 'De Klerk ile görüşülür mü?' dediler. Mandela, 'Ben şeytanla bile görüşürüm' dedi. İşte 'efendim iktidarla görüşülür mü?' Ya Madagaskar hükümetiyle mi görüşeceksin? Mesele tabii ki iktidar ve meselenin tarafları üzerine yürür.
Yani hani kantin siyaseti diyebileceğimiz, ergen siyaseti diyebileceğimiz zeminler üzerinde yapılan itirazların herhangi bir karşılığı yok. Önemli olan rehabilitasyon süreci, hafızalarımızı dediğiniz gibi, ortaklaştırma süreci.
Şimdi Türkiye-Suriye sınırındaki güvenlik riskleri ortadan kalkınca, yerel yönetimler yasası, kayyum yasası, terör tanımının daraltılması, belediyeler yasası, infaz yasasında değişiklikler gibi bir dizi adımların hızla atılması, zaten kamuoyundaki desteğin de hızlanmasına neden olacak.
Burada Cumhuriyet Halk Partisi'nin konumu çok kritik. Cumhuriyet Halk Partisi'nin de bu sürece dahil olması. Ki iradeleri bu yönde; kendi tabanındaki bazı ulusalcı baskılara rağmen.
Bahçeli'nin bahsettiği, ‘iki kanatlı kuş’ dediği, kanatlardan bir tanesi olmadan kuşun uçurulabilmesi mümkün değil. O yüzden burada kimseyi kapsam dışında bırakmamak, kapsama alanı içinde tutmak gerekiyor, ki oraya doğru gidiyoruz.
Bahçeli'nin açıkladığı rota, bir şemayı tarif etti. Fakat Numan Kurtulmuş sürece desteğini söylese de 'frene basar' bir hali var. 'Önce silahlar bırakılacak daha sonra bu Meclis meselesi konuşulur' dedi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tamamen bu işin pratiğine yönelik. Silah bırakma meselesi o kadar teknik bir konu ki, nedense bizim kamuoyunda bu meselenin meraklısı çok. Silahlar nereye, hangi karakola bırakılacak? Televizyon izlerken siz, televizyon tekniği hakkında bilgi sahibi misiniz? Ya da uçağa binerken? Bu kadar işin detayına dalmak, işin esasını kaçırıyor. Şimdi diyelim bu süreç Temmuz’a doğru, Ağustos’a doğru tamamlandı. Bir öncelik-sonralık ilişkisi yok.
Bu arada, Bahçeli'nin bahsettiği komisyonlar bir an önce toplanmalı ki bunun çalışması olgunlaşsın. Ve o denilen süreç sona erdiğinde, yani silahlar bırakıldığında hızla bu bahsettiğim anayasal ve yasal çerçevenin geliştirilmesi önemli. İşin esası anayasal eşitlik meselesidir.
DEM Parti'nin sonbaharda kongre yapacağını biliyoruz. DEM Parti, burada bir yeniden yapılanma içine girecektir. Bu son derece önemli.
Kamuoyu, özellikle batıdaki kamuoyunun fark etmediği bir şey. Çok batı merkezli baktıkları için, bütün Cumhuriyet tarihinde, mesela Türk aydınlanması üzerinden okuma yaptılar. Kürt aydınlanmasını görmediler. Kürt aydınlanmasının, kadınlar başta olmak üzere toplumsal dinamiklerin önünü açan süreci görmediler.
Şimdi bu iki hafıza ve iki çizginin yan yana getirilmesi, hemhal olması açısından bir fırsat olarak görmek lazım. İşin daha çok tekniğine falan bakıyorlar ama Abdullah Öcalan'ın bu manifestosundaki belirlediği; bir dönemin sona erdiği, yeni bir dönemin de ancak demokratik siyaset zeminde şekilleneceği meselesi, işlerin tabii ki büyük ölçüde esasını oluşturuyor.
Çünkü bir yüzyılın meselesi, kendiliğindenciliğe, dış güçlere bırakılacak bir mesele değil.
Burada iktidarın kendisi bu meseleyi 'silah ve terör' çerçevesinde tutmuyor mu? 'Silahlar nasıl bırakılacak? Ne zaman bırakılacak? Güvenlik güçlerimiz bunu takip edecek' gibi söylemlerin yanı sıra hala 'Terörsüz Türkiye' tanımı kullanılıyor. Bu yaklaşım iktidarın kendisinde var. Buna ne dersiniz?
Bunun birkaç boyutu var. Bir tanesi; kendi tribünlerine seslenmek, kendisine gelen basıncı azaltmak. İkincisi; yeni bir dil inşa etmek. O bahsettiğimiz negatif ve zehirli dilden pozitif bir dile geçmek.
Ben bunu Bahçeli'yle görüşmemde de ifade ettim. Kendisine şu örneği verdim: Birisi hocaya diyor ki, 'Hocam dua ederken sigara içebilir miyim?' 'Olmaz' diyor. 'Peki sigara içerken dua mırıldanabilir miyim?' diyor. Hoca da 'Bak o olur' diyor. Bazen nasıl bir dil inşa edeceğimiz meselesi önemli. Bu da bugünden yarına olmuyor.
Dediğiniz gibi iktidar ve onları destekleyen medya hala eski paradigmanın dilini kullanıyor. Ama bir nokta analizi, bir süreç analizi yapmamız lazım. Süreç analizi yapmazsak PKK'nin dönüşüm sürecini, Türkiye'deki 12 Eylül rejiminden beri gelen ceberut devletin demokratik ve sosyal devlete dönüşüm mücadelesini ve bunun senkronize edilmesi gereğini anlayamayız.
Üç gün önce bize, ‘TUSAŞ saldırısı oldu. Bu olur mu? Rojava'ya bombardıman oldu bu olur mu?' diyorlardı. Tamam, bütün bunlar bir zikzak içerisinde hareket edildiğini gösteriyor ama sonuç itibarıyla hepsi oldu. Tabii ki bu gelgitler içerisinde değil de daha hızlandırılmış bir süreç içinde olursa daha iyi olurdu. Maalesef bu gelgitler içerisinde oluyor. Böyle oluyor. O zaman olmasın demenin anlamı yok.
Bize hep kayyumları örnek gösterirler. Kayyumlardan doğrudan mağdur olan Ahmet Türkler ya da Selahattin Demirtaşlar bu süreci destekliyorsa, bunları hep bahane olarak önümüze getiren beyaz Türk refleksleri, biraz akıl vermeyi bırakıp kendini sorgulamalı. Bu, bir günlük mesele değil.
Meselenin uluslararası gelişmelerle bağını konuşmak istiyorum. Bu süreç başladığında özellikle Suriye merkezli gelişmeler, hatta Hamas'ın İsrail'e dönük saldırısının önemli bir dönüm noktası olduğu belirtiliyordu. Bu konuya dair yorumunuz nedir? Yani Ortadoğu'daki mevcut denklemde Kürt sorununun çözülmesi neden önemli, neden bir fırsat olarak görüldü, görülüyor?
Bir kere Suriye'nin geleceğini Suriye halkları belirler. Ne ABD belirler ne Macron. Macron 'ABD çekiliyor, kendi askerlerimizi dahil edelim' diyor. Ama belli ki Suriye'nin şekillenmesinde Türkiye'nin ciddi bir ağırlığı oldu. Diğer taraftan, İsrail'in saldırgan politikaları karşısında bir yol ayrımına girildi. Var olan aktörler bu yol ayrımında kültürel olarak da -yani kültür bazen aşağı yukarı her şeyi belirleyebiliyor- İsrail'in bu soykırım politikaları karşısında, Orta Doğu'da hangi aktör bu yapılanmayla rezonans tutturur ki?
Yeni bir sayfa açılsın, bu sayfada Türk-Kürt kardeşliği süreci belirlensin tezi büyük ölçüde bizim gördüğümüz ve bizim de telkin ettiğimiz; yani bu tür meselelerde Avrupa Birliği'ndeki aktörlerin de en azından ‘hayra ‘tutum almasını tercih ediyorduk. Ve hakikaten böyle bir durum oldu. Yani bir bodoslama karşı koyuş örnekleriyle pek karşılaşmadık.
Bunun istihbari boyutları var. Bazı aktörler istihbari olarak İran merkezi, İsrail merkezi sürece ket vurabilirler mi? Olmuyor işte. Bakıyorsunuz Özgür Özel'e bir saldırı oluyor, bu, bütün toplumun çok daha büyük bir birlik ve bütünleşmesine sebep oluyor. Niye? Çünkü ortada bir alternatif plan yok. Ortada bir B planı yok. O yüzden bu süreç biraz geri dönülmez bir şekilde ilerliyor.
Şöyle kriterlerimiz olabilir: Türkiye özelinde baktığımızda bu siyasetin alanını genişletiyor mu, daraltıyor mu? Yani Türkiye'de demokratikleşmeyle ilgili, hukukun üstünlüğüyle ilgili sorunları aşabilmemiz açısından bu bir fırsat mı? Yoksa nafile bir çaba mı? Bunun bir fırsat olduğunu düşünenlerin haklı olduğunu düşünüyorum.
Haziran ayında Selahattin Demirtaş'ı cezaevinde ziyaret ettiğimde de bana aynı şeyi söylemişti. Bu süreç bizim siyasi alanımızı genişletiyor. O yüzden anayasa değişikliği de dahil olmak üzere buna olumlu bakmak demek, sürecin bir parçası olmak demek.
Ama bu süreç bir hibrit siyasetin, hemhal siyasetin yolunu açıyor. Yani çok çapraz durumlar olacak. Türkiye Büyük Millet Meclisi, anayasa tartışmaları yaşarken göreceğiz. Yani asla yan yana gelmeyeceğini zannettiğimiz unsurlar yan yana gelecek.
Siz, DPI merkezli çalışmalarda büyükelçilerle toplantı yaptınız. Burada Ortadoğu'ya dair değerlendirmeler nasıl? Nasıl bir Ortadoğu talep ediliyor? Orta Doğu'da yaşayan hem Yahudi toplumunun hem Müslümanların hem de Hristiyanların, Süryanilerin, Ermenilerin bir bütün olarak herkesin, ortak yaşamını kapsayacak bir bakış açısı var mı? Yoksa uluslararası güçler dediğimizde hala bölgeyi sınırlı bir istikrarsızlık halinde sömürülebilecek bir araca dönüştürme çabası mı var?
Herkes entegrasyondan yana bir ortamda buluşmak durumunda. Yani, SDG ile Suriye merkezi yönetimi arasındaki sekiz maddelik anlaşmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bunlar güncellenebilir vesaire ama başta Nusayriler olmak üzere yapılan katliamlara karşı en büyük teminat, Suriye'nin çoğulcu dokusunun anayasal garantilerini oluşturmak.
Sonuç itibarıyla bütün milliyetçi hareketlerin özelliği, heterojen bir coğrafyayı homojenleştirmek. Yani siz Esad sonrası dönemde, Esad'ın yaptıklarını yaparak alternatif oluşturamazsınız. Esad, izlediği politikalar nedeniyle kendi halkıyla ters düşmesi sebebiyle bir cehennem yaşadı. O cehennemin başka türlüsü Ortadoğu gerçeğinin alternatifi olamaz.
Dolayısıyla belki Suriye'de farklı, Irak'ta farklı, Türkiye'de, İran'da farklı bir kültür realitesini de görerek siyaset alanının yenilenmesi büyük ölçüde ön plana çıkacak. Küresel düzeyde de buna kategorik olarak karşı çıkan bir aktör gözükmüyor.
Ama sorunuzdaki zor olan kısım şu: Bir Rasputin gibi ya da Nostradamus gibi kehanetlerde bulunmak çok zor. Çünkü uluslararası ilişkilerin kendisi, aktörlerin sürekliliğini vesaire varsayıyor. Hipotetik bir varsayımın genel bir gerçek olduğunu varsayıyor. Ama öyle bir dünya yok.
Trump'ın yarın ne yapacağını kestiremediğimiz bir yapı. Ama aynı zamanda bürokrasinin azaldığı ve şirketlerin hegemonik bir güç olduğu, temsili demokrasinin krize girdiği bir geçiş sürecindeyiz. O yüzden hani 'şöyle olacak, böyle olacak' demek, pozitivistlerin eleştirdiğimiz tutumunu, yani tarihin böyle bir doğrusal gidişi olduğunu tekrarlamak olur, ki bu doğru olmaz. Satrançtaki atın hamlesi gibi tarih şekilleniyor.
Trump'ın bu irrasyonel durumuna rağmen, son Ortadoğu ziyareti bizim tartıştığımız bu çözüm sürecinin neresinde? Suriye eksenli tartışmalarla nasıl bir bağı var?
Bu o kadar çok katmanlı bir mesele ki, konu merkezi gitmekte fayda var. Bir bakıyorsunuz, Ukrayna krizinde Türkiye Rusya'yla ve Batı'yla bir optimumda buluşabiliyor. Ama Myanmar meselesinde Rusya'yla ters düşebiliyor.
Şimdi Suriye ile Ortadoğu'nun yeniden yapılanması hakikaten yeni bir durum. Eğer Trump, Netanyahu'yu disipline edici bir pozisyonda başarılı olabilirse, işler çok daha kolaylaşacak. Ama bir post-Netanyahu döneminin nasıl şekilleneceğini de kestiremiyoruz.
Bir bakarsınız, çok birbirine karşı gibi gözüken aktörler, İsrail, Türkiye, ABD, İran bile bir noktada asgari müştereklerle anlaşabilirler. Yani uluslararası siyaset, maksimalist politikaların geçerli olduğu bir alan değil. Dolayısıyla bütün bu müzakere ve pazarlıklarla bir yerde buluşulacak.
Ama esas itibarıyla bölgedeki halklar yokmuş gibi, onların gıyabında, onlara rağmen bir çözümün kalıcı çözümü olmadığını biliyoruz. Alexander Tockvin'in bir ABD değerlendirmesi var: 'ABD için geçici çıkarlar, kalıcı çıkarlardır' diye.
Bir bakıyorsunuz, Gazze'yle ilgili bir şey söyleyip ertesi gün vazgeçebiliyor. Ama son anketler Trump'ın desteğinin yüzde kırklara düştüğünü gösteriyor.
Yani bu, önümüzdeki fotoğrafın karmaşıklığını, gelgitlerini görerek adım atmamız gerektiğini gösteriyor. Ve adım adım ilerlememiz gerekiyor. Uzun vadeli projeksiyon yapmamız hakikaten çok zor.
Amerika'nın Suriye siyasetine ilişkin ne söyleyebilirsiniz?
Irak'taki kırmızı çizgilerin, yani Barzani yönetimiyle daha sonra pembe çizgilere dönüşmesi gibi; sınır güvenliğinin Suriye merkezi hükümeti tarafından şekillenmesi, oradaki SDG güçlerinin de bu yapılanmanın bir parçası olması gibi bir makulde buluşulduğu takdirde, Türkiye-Suriye ilişkileri normalleşir.
Gidişat o yönde ve çok sıkıntı olduğunu düşünmüyorum. Şam-SDG anlaşması, Türkiye'de bazı çevreler bunun Türkiye'ye rağmen olduğunu söylüyorlar. Bunun doğru olmadığını biliyoruz.
Dolayısıyla burada da işin aslında zor kısmı geride kaldı. Netanyahu yönetimi, Esad döneminde asla yapmadığı Suriye'yi defalarca, Şam'ı defalarca bombalama gibi politikadan vazgeçirilebilirse, hızla o bölgede de bir normalleşme ve siyaseten Suriye'nin geleceğini inşa etme süreci başlayabilir.
Bu, Türkiye'deki gelişmeler ve Suriye'deki gelişmelerin ne denli iç içe, ne denli birbirini tetikleyen bir süreç olduğunu bize gösteriyor.