'Polis daha çok öldürecek!'

'Polis daha çok öldürecek!'

Polis kurşunuyla ölen Baran Tursun'un babası Mehmet Tursun, AKP hükümetinin yeni düzenlemesinin yeni cinayetleri artıracağı uyarısında bulunarak, "2 yıl içinde yine insanları öldürecekler ama içlerinde hak arayanlar çoğunlukta olacak. 1 Mayıs'ta, Newroz'da, 8 Mart'ta insanları öldürecekler. Devlet buna yasal kılıf hazırlamış oldu" dedi. Polise tanınan yetkiler ile yurttaşların evlerinden kendilerine ait olmayan suç aletlerinin çıkabileceğini de belirten Tursun, sivil toplum örgütlerinin sadece politik cinayetleri gündemde tutmasını ise eleştirdi. Tursun, medyanın ise politik cinayetlere ilgisiz olduğunu ifade etti.

25 Kasım 2007'de İzmir'de polis kurşunuyla öldürülen Baran Tursun'un babası, Baran Tursun Vakfı'nın kurucusu Mehmet Tursun ile AKP hükümetinin polisin yetkilerini artıran hedeflerini konuştuk...

'AİHS YERİNE 1950'LER DİKKATE ALINDI'

-Polisin yetkileri yeni yasa paketinde artırılıyor. Gerek var mıydı?

Bizler polisin yetkilerinin çok aşırı olduğunu, insani işlemlerden öte hal aldığını, polis kurşunuyla ölümlerin polisin seri cinayetleri haline geldiğini düşünüyoruz, görüyoruz. Polisin yetkilerinin insancıl hal alması gerektiğini, en azından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) uygun olmasını beklerken hükümetin yetkileri artırmasına şahit oluyoruz. Polis AİHS standartları değil de 1950'li, '70'li yıllardaki yetkileriyle donatıldı.

İşin özü şu; Anayasa Mahkemesi 1990'da kolluk güçlerinin duraksamadan yani direkt ateş etme yetkisini düzenleyen kanunu iptal etti. Polis istiyor ki, direkt ve duraksamadan ateş etme hakkına sahip olsun. Bunun için de kamuoyu oluşturmak istendi.

-Nasıl?

2007 yılından önce 'makul şüphe' yoktu. Yani birisine karşı silah kullanma, şiddet uygulamada amirlerinin, savcının iznine ihtiyaçları vardı. Genellikle silahlı çatışmaya girdiklerinde ateş edebiliyorlardı. 2007'de AKP Eskişehir Milletvekili Muharrem Tozçöken -ki eski Emniyet Müdürüydü- öncülüğünde cesa yasa tasarısı hazırlandı. Bunu oluştururken de toplumu hazırlamaya mecbur kaldılar. Mesela Kızılay'da bomba patlaması olmuştu; Mayıs 2007'de. 8-9 kişi ölmüş, 101 kişi yaralanmıştı. Bunu kamuoyuna sunarken 'görüyor musunuz; polisin eli kolu bağlı' demişlerdi. Yine 1 Mayıs 2007'de birileri polisi ayaklarının altına alarak eziyor, hırpalıyordu. Bunu da yansıtırlarken 'görün polisin halini; görev yapacak hali, yetkisi yok' demişlerdi. Kamuoyu oluşturmak için medyayı kullanmışlardı. Sonra, seçim atmosferlerine girilmesine bir gün kala, AKP'li vekiller bu yasa taslağını direkt genel kurula sunuyor ve hemen geçiriyorlar. Aradan zaman geçince Kadıköy'de polisi yere atanların polis olduğu ortaya çıktı; mahkeme kayıtlarına geçti. Kızılay'daki bombalamanın da yine resmi kayıtlara göre JİTEM elemanlarınca yapıldığı, MİT'in konuyla ilgili ifadelerinden anlaşılmıştı. Polis Vazive ve Selahiyet Kanunu'nu (PVSK) kabul ettirmek için devlet bu oyunları oynamış; kendi vatandaşlarına karşı kendi katillerini bile kullanmıştı.

'POLİS YATAĞINIZIN ALTINA SİLAH KOYABİLİR!'

-Taslaktaki 'makul şüphe' ve 'öngörü' gerekçelerinden ne anlamalıyız?

Toplumda infial oluşturur diye PVSK'de değişiklik yapıp sinsi cümleler eklediler; öngörü ve makul şüphe üzerine... Normalde bu kavramlar masum gibi görünse de polis şiddetinin ve cezasızlığın temelini oluşturuyorlar. 'Makul şüphe' dediğimizde, soyut kavram olduğundan çok farklı şeyler gelişiyor. Kürtleri sevenin ve sevmeyenin, mutlu ya da mutsuz olanın vs. makul şüphesi, öngörüsü farklı oluyor. Şiddet yanlısı olanın, çetelerle işbirliği yapanın, işadamlarının emrinde çalışanların makul şüphesi ile insancıl duygularla hareket edenlerin makul şüpheleri farklı oluyor. Peki, bu kadar fark varken neden yasaya koydular? Suç işlediğinde hakim karşısına çıktığında buna sığınıyorlar; cezasızlık oluyor. Baran Tursun, Çağdaş Gemlik ve birçok cinayette katillerin hepsi aynı gerekçeye sığındı; 'makul şüphe ile hareket ettim' dediler. Bu tür davalar da genellikle cezasızlıkla sonuçlanır. Amaç; polisi kurtarmak.

Eliniz cebinizde yürüyorsanız polisin makul şüphesi devreye girebiliyor. Ya da kimliğini vermeyen birine silahla müdahale etme yetkisi ortaya çıkıyor. Mahkemeye gitmediğinizde zorla getirilme söz konusu; 'gelmiyorum' dediğinizde polisin silah yetkisi var. Bunlar varken, yetkiler bu kadar genişken, dünyanın hiçbir yerinde polisin bu kadar serbestliği yokken, yeni yetkiler geliştiriliyor. Artık evimizi aramaya gelecek polisin hakimden, savcıdan izin almasına gerek yok. Yani yatağınızın, yorganınızın altına silah mı koyacak, başka suç aleti mi koyacak; artık bunun önüne geçemeyeceksiniz.

'HAK MÜCADELESİ VERENLERE YÖNELİK CİNAYETLER ARTACAK'

-Pratikte başka ne gibi sonuçlarla karşılaşılacak?

2007'den bugüne kadar öldürülen 170 kişiden politik görüşü olmayanların sayısı 140. Hak arama vs. mücadelelerinde öldürülenler de 30 kişi civarında. Şimdi bunu tam tersine çevirmeye çalışıyorlar; yani 2 yıl içinde yine insanları öldürecekler ama içlerinde hak arayanlar çoğunlukta olacak. 1 Mayıs'ta, Newroz'da, 8 Mart'ta insanları öldürecekler. Devlet buna yasal kılıf hazırlamış oldu. Şimdiye kadar polis eylemlerde tek tek fotoğraf çekip savcıya verirdi. Yeni yasayla örneğin 1 Mayıs meydanına gidip binlerce kişinin ortak fotoğrafını çekip savcıya verecekler; 'al sana makul şüphe' diyecekler. Artık insanların molotof atması, taş atmasına ihtiyaç kalmadan tutuklanması sağlanacak. Eskiden 'ağır maddi delillere dayalı kuvvetli şüphe' vardı; şimdi 'makul şüphe' var...

Polis bu yasalardan yararlanmak için provokasyonlara da başvurabilir. Örneğin Kürt çocuklara karşı zaten molotof atma vs. gerekçeleriyle büyük cezalar veriliyordu. Ama Serap Eser örneğinde olduğu gibi provokasyonlar da denenebilir. Serap Eser otobüsteyken molotof atılarak öldürülmüştü. Ertesi gün gazeteler 'teröristler gencecik kızı öldürdü' yazmıştı ama olayın arkasından MİT çıkmıştı. Bayrak yakma, Atatürk büstü yakma üzerinden bu provokasyonlar denenebilir.

-'Polis devleti' diyenler haklı mı çıkıyor?

Devlet mahkemelerin, yargının kararıyla değil de, işlerini polis eliyle yürütmek istiyor. Dolayısıyla suç işleyen polisi korumak devletin boynunun borcu olacak! Özellikle Kürt çocuklarına karşı yargıyı biraz daha öteleyip cezalandırmayı tamamen polis eliyle; yeri gelince öldürmeyle yapacak. Bingöl olayında gördüğümüz gibi, yargı bir kenara bırakılarak cezalandırma yöntemi uygulandı.

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN EKSİĞİ

-Anti-demokratik yasalar çıkarmak için kamuoyunu hazırlayan devlete yine kamuoyu baskısıyla geri adım attırmak mümkün değil mi?

Kamuoyu çok önemli işlev görüyor. Baskı unsuru olduğu zaman hükümet, valilik, polis geri adım atıyor. Takip ettiğimiz davalarda gördük; kamuoyunun etkin olması devlete geri adım attırıyor. Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Şerzan Kurt davalarında bunları gördük. Delilleri yok etmelerine rağmen cezalar aldılar.

Ama burada şikayetçi olduğumuz; sivil toplum örgütleri... Polisin öldürdüğü 170 kişiden bahsediyoruz ama sivil toplum örgütlerine, medyaya baktığımızda, hatta bazen Kürt siyaseti de sadece belli kimselerin ölümünü ön plana çıkarıyor. Gezi'de ölenlerin polis şiddetiyle öldüğü anlatılıyor sadece. Oysa polisin öldürme gücünü böyle sınırlamak etkimizi azaltıyor. 170 kişiden bahsetmek ayrı, 8 kişiden bahsetmek ayrı... Çünkü savcı, hakim, devlet siyasi anlamda öldürülenlerle ilgili eğitimlidir. Yani olur olmaz hemen içgüdüsel koruma mekanizmaları devreye giriyor. Vali, kaymakam hemen demeç veriyor. Mesela Diyarbakır'da Şahin Öner polis tarafından arabanın altına alınıp parçalanırken, Diyarbakır Valisi çıkıp 'elinde bomba patladı' diyor. Bu, polise, savcıya işarettir. Yine karakolda ölen biri için Şırnak Valisi çıkıp anında 'sandalyeden düştü' demişti.

Sivil toplum örgütleri politik yönü olan davalara sahip çıkıyor ama geri kalan öldürmelere sembolik yaklaşıyorlar. İsimleri alt alta yazılıyor vs. Sarısülük'e, Şerzan Kurt'a 'terörist, vandal, maşa' diyerek eğitimli bir dil kullanıyor ve toplumun diğer kesimlerinin tepki göstermesinin önüne geçiyor. Ama bu devlet Cizre'de 17 aylık Mehmet Uytun'u da katletti. Doğumgününden dönen Baran'ı, bisikletiyle gezen Çağdaş'ı da katletti. Bunları da gündeme getirince hem devlet sessiz kalmak zorunda oluyor hem de toplum bu cinayetlerin yaygınlığını, haksızlığını görebiliyor. 170 kişiyi gündeme getirip, hepsinin fotoğrafıyla yürümek, hesabı böyle sormak etkinliğimizi artırır.

Yunanistan'da uzun yıllar içinde 1 kişi polis tarafından öldürülüyor. Öldürülen de Yunanistan'daki 10 büyük holdingden birinin sahibinin oğlu. Ama Yunanistan'da işçi sendikaları burjuva olmasıyla ilgilenmediler. İşçi sendikaları genel grev yaptılar. Pilotlar, hostesler, doktorlar grev yaptı. Sonuç; müebbet hapis oldu. Ama Türkiye'de bu algı yok. Amerika'da da benzer bir şey oldu, 1 buçuk ay önce. Bir siyahi öldürüldü ama politik tarafı yoktu. Biri metroda biri birahanede öldürüldü ama insanlar sokaklara döküldü. Ama Türkiye'de İstanbul'dan Zonguldak'a toplum yararına bir yürüyüş yapan; grev yapan sendika gördünüz mü? Asla yok. Baran Tursun için de 'işverenin oğlu' dediler, başka biri için de 'teyip çalmış' dediler. Yalnız kalıyoruz ve bundan devlet yararlanıyor. En başta Kürt siyasetinden beklentimiz var. Polisin öldürdüğü herkese sahip çıkmasını Kürt siyasetinden bekliyoruz. Sendikalar da sadece maaş için değil; böyle toplumsal meseleler için de varlığını hissettirmeli.

Bursa'da Serkan Çelik karakolda ölü bulunmuştu. Bursa'ya gittim. Annesine 'neden kimseyi aramadın' dediğimde, telefonunun bile olmadığını söyledi. Bu tür kişilere de sahip çıkılmalı.

'POLİS BABASI BAŞVURDU'

-Vakıf olarak sıkça başvuru alıyor musunuz?

Evet. Hem sayı olarak artıyor hem de farklı kesimlerden gelenler oluyor. Mesela bir polis babası geldi. İzmir'de. Emekli polisti. Oğlu da polistir ama oğlu karakolun içinde ölü bulunmuş. İntihar ettiği söylenmiş. Babası oğlunun intihar ettiğine inanmıyor ama. Ankaraya gittik, milletvekilleri Pervin Buldan ve Sezgin Tanrıkulu ile görüştük; kendileri soru önergeleri verdi. En sonunda dava aşamasına gelindi. Dava şu an AİHM ve Anayasa Mahkemesi'nde.

'MEDYA POLİTİK ÖLÜMLERE AYRIMCI YAKLAŞIYOR'

-Ana-akım medyanın polis cinayetlerine karşı ilgisi ne düzeyde?

Devlet de medya da taraf tutuyor. Eğer işin içinde Kürtlerin doğuştan gelen hakları varsa, burada örgütlü bir medya var ve bunu örgütleyen hükümet var. Tek kalemden çıkar gibi bir yayınları var. Polis kurşunuyla ilgili kısımlarda medya ayrıcalık yapıyor. Ben gidince ayrıcalık tanıyor ama Şerzan Kurt'un babası gidince ilgilenilmiyor. Politik kimliği olana medya duyarsız yaklaşıyor.

-Hükümet yetkilileriyle görüştüğünüzde tepkileri ne oluyor?

Ankara'ya gittik ailelerle birlikte. Karakolda ölümlerle ilgili. BDP ile görüştük, çok iyi ağırladılar. CHP ve AKP'ye de gittik. AKP Genel Başkan Yardımcısı ile görüştük. İnsanların karakola canlı girip cansız çıktığını söyledik. Mesela 28 karakolda 28 ölüm meydana gelmiş. Hepsinde güvenlik kameraları işlevsiz. Şırnak İdil'de, Çanakkale Anafartalar'da, Zonguldak ve İzmir'de; hepsinde kameralar bozuk. AKP'li yetkililere 'sizce bu olağan mı' diye sorduk; cevap veremediler.