'Rojava'da halk yönetimini resmileştirmenin zamanı geldi'

'Rojava'da halk yönetimini resmileştirmenin zamanı geldi'

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Şahin Cilo, 19 Temmuz devrimi ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve özgürlük yolunda yaşamlarını yitirenlerin emeğine karşılık verildiğini belirterek, Rojava halkının da bu uğurda büyük kahramanlıklar gösterdiğine işaret etti. Verilen emeklerin boşa gitmemesi için kazanımların garantiye alınmasının önemine dikkat çeken Cilo, devrimin ikinci yılının zafer yılı olması gerektiğine vurgu yaptı. Cilo, “artık Kürt halkı üzerindeki saldırıları boşa çıkarma ve halkın verdiği bedelin karşılığını alma, oluşturduğu yönetime isim koyma, resmileştirme zamanı gelmiştir” diye konuştu.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Şahin Cilo, Batı Kürdistan’da halkın kentlerin yönetimini ele geçirerek özerk sistemlerinin inşasına başladığı 19 Temmuz devriminin birinci yıldönümünü nedeniyle, devrim öncesi koşullar, devrim süreci ve sonrasında yaşanan gelişmelere ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı.

19 Temmuz öncesi Suriye ve Rojava’daki durumdan bahsedebilir misiniz, devrime götüren koşullar nelerdi?

2011 yılı başlarında Arap ülkelerinde “Arap baharı” olarak adlandırılan, ancak bizim “Halkların Baharı” dediğimiz genel bir halk hareketliliği başladı. Bu durum Suriye ve Batı Kürdistan üzerinde de etki yarattı. Suriye’de dikta bir yönetim söz konusuydu. 1963 yılında Baas’ın iktidara gelmesiyle birlikte Suriye askeri kanunlar, sıkı yönetim ve zorla yönetildi. Suriye halkları uzun süre bu şekilde yönetildi. “Halkların Baharı”nın başlamasıyla birlikte Suriye halkı da bundan büyük cesaret alarak başkaldırdı ve korku duvarlarını yıktı. Bu temelde Suriye’de de başkaldırı süreci başladı.

Batı Kürdistan’da ise geçmişi olan bir direniş süreci vardı. Bu direnişin on yıllar öncesinden başladığını belirtebiliriz. 1960’lı yıllardan beri Kürt halkı üzerinde asimilasyon ve baskı politikası uygulanıyordu. Denilebilir ki Suriye’nin 1946 yılında Fransızların sömürgesi olmaktan çıkıp bağımsızlığını ilan etmesinden itibaren Kürtlere karşı bu politikalar vardı, ancak Baas döneminde derinleşti. 2000’li yıllarda ise Türkiye ve Suriye rejimi arasında Kürtlere karşı Adana Mutabakatı imzalandı ve baskıların dozajı daha da arttı. Ancak Kürt halkı Suriye’deki diğer halklar gibi boyun eğmedi, son olarak 2004 yılında Kamişlo’da yapılan katliama karşı büyük bir direniş gösterdi. Halkların Baharı başladığında ise  Kürt halkı aktif olarak sürece dahil oldu. Yani Halkların Baharı Rojava’nın koşullarını olgunlaştırırken, 19 Temmuz devrimi de gerçekleşmiş oldu.

Peki, Kürt kentlerinin kurtuluşu, yani 19 Temmuz devrimi için önceden hazırlanan bir plan var mıydı veya nasıl bir plan vardı?

Konuyu, “Hazırlıklar nasıl yapıldı” ve “Kürt bölgeleri nasıl kurtarıldı” şeklinde iki yönden ele alabiliriz. Doğrusu devrim sürecinde hazırlanmış ve Kürt bölgelerinin kurtuluşunu hedefleyen bir plan yoktu. Bu tamamen Rojava devrim süreci ve halkın iradesiyle gerçekleşti. Ancak bölgeyi özgürleştirme hazırlıkları daha öncesinden, mücadelemiz içinde zaten vardı.

Hazırlıklar yapılırken, ne tür engellerle karşılaşıldı?

Rojava’da ilk başlarda devrimin önünde iki engel vardı. Bunlardan biri halk içerisinde var uzun yılların getirdiği ‘rejim korkusu’ydu. Halk önceki yıllarda yaşadığı baskı nedeniyle rejim korkusunu üzerinden atamamıştı, bu nedenle ilk başlarda devrim sürecine katılımı zayıf kaldı. İkinci engel ise Suriye devrimini yürüten güçlerin Kürtleri inkar eden yaklaşımlarıydı. Kürtlere şart koşuyorlardı. Onlara göre Kürtler kendilerini inkar edecek, kendi renkleriyle değil Suriye rengiyle devrime katılacaklar. Bu da Kürt gençleri tarafından bir anlamda kabul edilmişti.

Bu engellerin aşılması için, yani 19 Temmuz'dan önce yaklaşık birbuçuk yıl çalışma yürütüldü. Devlet korkusunun yıkılması için kahramanlık örnekleri sergilenerek, devrimsel adımlar atıldı.

Bu çalışmalar yürütülürken, yani 19 Temmuz öncesinde devlet ve muhalif güçlerin Kürtlere karşı yaklaşımı nasıldı?

Her iki taraf da Kürtleri inkar ediyordu. Devlet, Kürtleri taraftarı yaparak muhaliflere karşı kullanmak istedi, lakin buna karşı bir hak da vermeyecekti. Buna karşı muhalif güçler de Kürtleri yanlarına çekerek, hiç bir hak vermeden rejime karşı savaştırma çabasına girdi. Kısacası her iki taraf da Kürtleri asker olarak kullanma gayretindeydi.

Peki, bu yaklaşımlara karşı Kürtlerin duruşu ne oldu?

Kuşkusuz Kürtler bunu kabul etmeyerek, devlet korkusunu yıkacak eylemler gerçekleştirdi. TEV-DEM öncülüğünde eylemler yapılarak, devrimsel adımlar atıldı. İlk defa Efrin’e bağlı bir köyde Kürtçe dil okulu açıldı. Yine Kürt hareketine bağlı sosyal kurumlar, halka hizmet kampanyası başlatarak mazot dağıtımı, sokakların temizlenmesi gibi birçok pratik çalışma yürüttü. Bu gelişmelerle birlikte halk seçimler yoluyla meclislerini oluşturdu. Yine ilk defa Kürt gençleri devletin ilk ve orta okullarına girerek Kürtçe ders vermeye başladı. Bu aynı zamanda asimilasyona karşı önemli bir adımdı. Bölgede devletin gücü kalmadığı için karşı çıkamadı. Tüm bu gelişmeler halk üzerindeki devlet korkusunu yıkarken, devletim toplum üzerindeki etkisi de kalktı.

Öte yandan muhalif güçlerin yaklaşımlarına karşı da önemli adımlar atıldı. Kürtler Suriye genelinde yapılan Cuma yürüyüşlerini Batı Kürdistan’da ilk defa kendi adlarıyla gerçekleştirerek, kendi renkleri ile Suriye devrimine katılım gösterdiler. Bunun yanı sıra Kürtler meclislerini kurarak, “Biz bağımsızız” cevabını verdi. Bu inkar siyasetine de büyük bir darbeydi.

Yani, üçüncü yol siyaseti 19 Temmuz öncesinde belirginleşti...

Doğrudur; Kürtler hem rejmime hem de muhaliflere mesafeli durarak, üçüncü bir güç olarak rengini gösterdi. Yani Kürtler 19 Temmuz’dan birbuçuk yıl önce siyasetlerinin rengini ve şeklini belirlerken, 19 Temmuzla birlikte ise güçlerini gösterdiler.

19 Temmuz devrimine gelirsek, nasıl başladı, öncesinden kentlerin kurtuluş planı var mıydı yoksa o dönemin koşullarına göre mi gerçekleşti?

Doğrusu Batı Kürdistan’da devrim süreci başladığında “kentler nasıl kurtarılacak” konusunda belirlenmiş bir plan yoktu. Ama Irak’takine benzer bir sürecin yaşanabileceği düşüncesi vardı. Ayrıca, “Rejim yıkılacak, bölge de bize kalacak”, “Muhalif güçlerle birlikte mücadele verebiliriz” gibi birçok düşünce vardı. Fakat pratikte farklı sonuçlar ortaya çıktı ki bu da devrim gerçeğiydi. Devrim koşullarına göre doğal bir plan ortaya çıktı. Bunun biraz da rejim ve muhalif güçlerin Kürtlere karşı zayıf duruşlarına bağlı olduğunu belirtebiliriz. Yani bu zayıflığa karşı devrim gücünün etkisiyle gerçekleşti ve doğal bir şekilde ortaya çıktı. Bu da devrimin bir sonucuydu. TEV-DEM’in öncülük ettiği toplumsal güçlerin, askeri güçlerin ve halkın kendi gücüydü.

Kentleri özgürleştirme stratejisi 3 aşama olarak gerçekleşti. Birinci aşamada rejim zayıf oldu kırsal kesimler ile köyler hedef alındı. Devrim buralarda başlarken, YPG güçleri buralara konumlandı. İkinci aşamada ise devletin elinde bulunan hizmet kurumlarına el konulması hedeflendi. Elektrik, su, gençlik merkezleri gibi birçok kuruma ele konuldu. Rejim güçleri askeri merkezlere hapsoldu ki onlar da zayıf durumdaydı. Üçüncü aşamada ise bu merkezler ele geçirildi. Yani kentlerin kurtuluşu bir anda gerçekleşmedi, birkaç aylık süre sonunda gerçekleşti. Kobanê’den başlayan bu süreç Batı Kürdistan’ın Qamişlo hariç tüm kentlerine yayıldı.

Neden Kobanê, devrimin başlatılması için bu kentin bir özelliği var mı?

Evet, Kobanê’nin bir özelliği var. Devrimin burada başlamasının iki temel nedeni var. Birincisi TEV-DEM’in temsil ettiği Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin en örgütlü olduğu yer Kobanê idi. Devrim güçleri en fazla burada güçlü konumdaydı. İkinci neden ise devletin en zayıf olduğu yerin de yine Kobanê olmasıydı. Çevresindeki kentler muhalif güçlerce tutulmuş ve Kobanê ile Halep’te bulunan devlet güçlerinin iletişimi kesilmişti.

Kobanê’yi 19 Temmuz’da özgürleştime diye bir plan yoktu. Özgürlük hareketi, YPG özgürleştirme süresi olarak bir ay hesaplamıştı. Ancak 18 Temmuz’da Suriye’de önemli gelişmeler yaşandı. Devletin karar organlarının bulunduğu kriz merkezinde büyük bir patlama oldu ve birçok yetkili öldü, yani devlet yöneticisiz kaldı denilebilir. 18 Temmuz’u 19 Temmuz’a bağlayan gece ise Kobanê çevresinde bulunan Cerablus, Minbic gibi kentler Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) eline geçti. Böylece Kobanê’deki devlet gücü artık etkisiz duruma geldi. Bunun üzerine Özgürlük Hareketi ve YPG 19 Temmuz akşamı kenti özgürleştirme kararı aldı. Batı Kürdistan’ın diğer kentleri de aynı yöntemle özgürleştirildi.

Kentleri özgürleştirme hamlesinin ardından, “Bu kadar kısa bir sürede ağır çatışmalar yaşamadan gerçekleştirebileceğimizi düşünmüyorduk” veya “Sorun çıkmayacağına inanıyorduk” gibi değerlendirmeler yapıldı mı?

Cizre bölgesi için kaygılar vardı, çünkü bu bölgede devletin gücü vardı. Dolayısıyla çatışmalar çıkar kaygısı vardı. Nitekim 21-22 Temmuz’da Derik kentinin özgürleştirilmesi sırasında çatışmalar yaşandı. Devlet güçlerinden çok sayıda asker ve rütbeli öldü. Devrim güçleri de ilk şehidini (Bawer ark) burada verdi. Cizre bölgesinin diğer kentlerinde de benzer zorluklar yaşadı. Ancak Efrin bölgesi için herhangi bir kaygı yoktu. Çünkü Efrin Özgürlük Hareketi’nin kalesi gibidir.

Kentlerin özgürleştirilmesiyle birlikte Kürt halkının ve bölgedeki diğer etnik yapılan yaklaşımları ne oldu?

Halkın yaklaşımlarından çok, Türkiye, Arap devletleri ve Güney Kürdistan bölge hükümetinin bu durumu nasıl karşılayacaklarına dair kaygılar vardı. Bunun dışında halk baskı ve esaretten kurtulduğu için sevincini dile getirdi. Yine diğer etnik yapılar da olumlu yaklaşırken, bu durumu aynı zamanda kendi kurtuluşları olarak görerek, devrime aktif katılmaya başladılar.

Dış güçlerin yaklaşımı nasıldı? O dönemde Türkiye bu durumu müdahale gerekçesi olarak değerlendiriyordu...

Türkiye’nin Suriye ve Rojava’ya yönelik planı vardı. ÖSO’nun Rojava’yı ele geçireceği, böylece Suriye’ye müdahale için tampon bölge oluşturma hesapları yapıyordu. Ancak bu gerçekleşmeyince Türkiye saldırılara başladı. Efrin ve Qestel Cindo saldırıları bunun sonucuydu. ÖSO savaşıyordu, ancak Türki silahları kullanılıyordu. Serêkaniye’de Türkiye’nin parmağı olduğu açıkça görüldü. Güney Kürdistan bölge hükümeti de ilk başlarda tepki gösterirken, sonradan durumu kabullenmek zorunda kaldı.

Bilindiği gibi Rojava Kürtleri irade olarak kabul edilmiyorlardı. Devrimle birlikte uluslararası güçlerin tavrı ve yaklaşımları ne oldu?

Başta Kürdistan Özgürlük Hareketini kabul etmiyorlardı, Suriye’nin dışında bir güç olarak bakıyorlardı. Kuşkusuz bunda bazı Kürt çevrelerinin, yine Türkiye’nin rolü büyüktü. Bu nedenlerle devrimin ilk yılında Özgürlük Hareketi’ni dıştalayan bir yaklaşım söz konusuydu. Ancak Kürtlerin kentlerini özgürleştirdiklerini ve saldırılara karşı direndiklerini gördükten sonra, artık burada bir irade olduğunu ve bunun da halk gücü olduğunu anladılar. Dolayısıyla kabul etmek zorunda kalarak, Özgürlük Hareketi ilişkilenmeye başladılar. Şimdi ise Özgürlük Hareketi’nin Kürt Yüksek Konseyi aracılığı ile Cenevre'de temsil edilmesi talebi kabul görmüş durumda.

İçte ve dışta Rojava’da yaşanan durumu kabullenmeme yaklaşımları ile saldırılara karşı nasıl bir tavır sergilendi, siyasal ve sosyal alanda nasıl bir sistem oluşturuldu?

Suriye’nin diğer bölgelerinde muhalifler maddi ve askeri yardımlarını dışarıdan alabiliyor ve sınırları da açık. Fakat Rojava’da halk baskı va zor koşullarda bir kahramanlık örneği sergiledi. Komşu devletler sınırlarını kapatırken, ÖSO Kürt kentlerine gelen yolları kapattı, rejim aynı şekilde birçok saldırı gerçekleştirdi. Buna rağmen Kürt halkı mücadelesini sürdürürken, ilk başta hizmet kurumlarına el attı. Ardından savunma, asayiş, kültür, sosyal, adalet, son olarak da ekonomi alanında kurumsallaşmaya gitti. Yani kısacası Rojava halkı kendi yağında kavruldu.

Diplomasi alanında nasıl bir çalışma yürütüldü, hangi kazanımlar elde edildi?

İlk başlarda sıkıntılar vardı, uluslararası güçler kaşrı çıkıyordu. Fakat Rojava’da bir irade ortaya çıkıp Kürt Yüksek Konseyi oluşunca, diplomasi alanında da gelişmeler yaşandı. Rusya, Çin ve Avrupa’dan birçok güç ilişkilenmeye başladı. Türkiye çok karşı çıkıyordu, ancak Kürt siyasetinin başarısı sonucu o da kabullenmek zorunda kalıyor. Kürtlerin kendi iradeleriyle Cenevre toplantısına katılmalarının  kabul edilmesi de diplomatik bir zafer olarak değerlendirilebilir.

Bu gelişmelerin hepsi dikkate alındığında, Rojava’da bir sistemin inşa edildiğinden bahsedilebilir mi?

Elbette, bu rahatlıkla söylenebilir. Toplumun kendi kendini yönetebileceği temel kurumlar oluşturulmuş durumda. Temel savunma gücü olarak YPG kurumsallaşmasını sağlarken, kentlerin güvenliğini ise asayiş güçleri sağlıyor. Yine adalet kurumu, toplumsal ekonomiyi geliştirme kurumu, hizmet, üretim ve kültür kurumları kurulmuş durumda. Örneğin burada rejim yok, ama ilkokuldan liseye kadar işleyen bir eğitim sistemi söz konusu.

Peki, bu sistemi nasıl tanımlıyorsunuz? Birçok açıklamada Demokratik Ulus ve özerklikten bahsediliyor. Bölgede özerk bir sistenden sözedilebilir mi? Bölgenin diğer etnik yapılar ve inanç grupları bu sistemi kabul ediyor mu?

Özünde burada uygulanan demokratik ulus sistemidir. Bu sistemde tüm yapılar korunurken, kendi renkleriyle de yeralabilir. Başta bu sistem iyi anlatılamadı, eksiklikler yaşandı. Ancak daha sonra teorik ve pratik çalışmalar yürütülürken, özellikle rejim ve muhalefetin halklara zarar veren politikalarına karşı demokratik ulus sisteminin tanıtılmaya çalışıldı ve artık kabul görüyor. Bu sistemin siyasal anlamdaki şekli olan demokratik özerklik ise artık inşa ediliyor.  

Bu sistem bölge ve uluslararası güçlerin çıkarlarına terstir, bu nedenle kolay kabul görmüyor. Son dönemlerde de Rojava’da yaşanan olaylar bunu gösteriyor, yine ortaya çıkan siyasal iradeye karşı bir yönelim söz konusu. Tüm bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rojava’da bir yıldır oluşan bir yönetim söz konusu ve bu Ortadoğu’nun en demokratik yönetimi olarak değerlendirilebilir. Bu sistem ve yönetim Rojava’yı bölgenin en güvenlikli bölgesi olarak korumayı başardı. Suriye’de yıkım yaşanırken, burada güvenli bir ortam var. Bu başlı başına Suriye halkları için örnek oluşturuyor. Ancak buna karşı bölge ve uluslararası güçler karalama politikalarını yürütürken, aynı zamanda saldırılarda da bulunuyorlar. Önceleri “Rejimin taraftarı” propagandalarını geliştirirken, sonraları silahlı saldırılarda bulundular. Bunları başaramayınca içeriden karışıklıklar çıkararak, Abdulbasit Seyda gibi kimi kişilikleri öne çıkarma gayreti içine girdiler. Böylece Kürt Yüksek Konseyi’ni dağıtım, sahte Kürt temsilcilerini ortaya çıkarma peşindeler.

Buna karşı nasıl yol izleniyor? Batı Kürdistan’da son dönemde başlatılan bölgenin geçici yönetimi ve toplumsal sözleşme çalışmaları ile seçim hazırlıkları bu kapsamda ele alınabilir mi?

Bölgede ortaya çıkan iradeyi karalayıp, etnik yapılar ile inanç grupları gözünde küçük düşürmek istiyorlar. Fakat Kürt halkı büyük bir fedakarlık ile sistemini kurmuş durumda. Mevcut durumda zaten bir yönetim var, ama isim konulmamış. Artık Kürt halkı üzerindeki saldırıları boşa çıkarma ve halkın da verdiği bedelin karşılığını alma, oluşturduğu yönetime isim koyma ve resmileştirme zamanı gelmiştir. Bu da Batı Kürdistan iradesi oluyor. İsmini halkın koyacağı bu sistemin kurumları da tamamlanacaktır. Bununla birlikte artık böyle yaklaşmak zorunda.

Sizce bu sistem Suriye ve Ortadoğu’da nasıl bir etki yapar?

Sonuçlara göre büyük bir etki yapacaktır, çünkü başarılı bir deneyimdir. İktidarı hedeflemeyen bu sistem toplumsaldır, dolayısıyla tüm kurumlar toplum gücüyle kurulacaktır. Ekonomik sistemi kapitalist sisteme karşı toplumu esas alacak, diplomasi, savunma ve asayiş aynı şekilde. Yani iktidara karşı toplumun gücü olacak ve iktidar hastalıkları yaşanmayacak. Eksiklikler yaşanacak, ancak bunları toplumun kendisi çözecektir.

Son olarak 19 Temmuz devriminin birinci yıldönümünde gelinen aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz ve önümüzdeki döneme ilişkin bir mesajınız olacak mı?

Her şeyden önce halkımızı kutlamalıyız, çünkü gerçekten başarılı bir hamle gerçekleştirdi. Yine Rojava’da Önder Apo’nun 20 yıllık eşsiz bir emeği söz konusu ve esaretinden sonra da Rojava ile çok ilgilendi. Rojava Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nde yaklaşık 4 bin şehid verdi, yine Rojava devriminde yüzlerce şehidi var. Lakin şehitlerin ve Önder Apo’nun emeği boşa gitmedi ve ürünü alındı. Bir devrim yaşandı, ancak hala eksikler var, yine saldırı ve tehlikeler söz konusu. Bu nedenle daha güçlü bir mücadelenin yürütülmesi gerekiyor. Halkımızın devrimin ikinci yılında mücadelesini ileri bir düzeye taşıyacağına ve bu yılı tüm güçlerin kabul edeceği zafer yılı yapacağına inanıyorum.