‘Sri Lanka Modeli’ ve Kürdistan -IV

AKP ne zaman zorlandıysa “çözüm” dedi. Çözümden anladığı Kürdistan gerillasının tek taraflı olarak silahlarını susturmasıydı… Gizliden yürüyen imha konsepti “çözüm” adıyla maskelenirken, vaat çoktu ama icraat yoktu. Türk devleti somut bir adım atmıyordu.

Sri Lanka’daki Rajapaksa rejimi gibi AKP iktidarı da Kürt hareketiyle görüşürken devlet içindeki gücünü tahkim etmeye, uluslararası ittifaklarını güçlendirmeye ve savaşa hazırlanıyordu.

Kürt direnişinin büyüdüğü süreçlerde Türkiye Cumhuriyeti sürekli Kürt raporları hazırlama gereği duydu. Dersim soykırımının gerçekleştirildiği 1937-38 yıllarını takip eden 40 küsur yıl Kürdistan’da sessizlik ve koyu karanlık yıllarıdır. Deyim yerindeyse bu süre içinde Kürtlük adına Kuzey Kürdistan’da tek bir mermi dahi patlatılmadı ve o birkaç on yıl boyunca herhangi bir Kürt raporu hazırlanmadı, zira devlet aklına göre “Direniş yoksa sorun da yoktu.”

Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet zihniyeti üzerine inşa etmeyi kafalarına koyanlar gömleğin ilk düğmesini daha en baştan yanlış iliklemişlerdi. Başı yanlış olunca, sonrası yanlışlar zincirine dönüştü. Cumhuriyet demokrasi ile taçlanamadığı gibi, varlığını zora, baskıya ve asimilasyona dayalı olarak hakim kılmaya çalıştı. Etkinin tepki üretmesi meselenin doğası gereğiydi. Şüphesiz derinleşen her sorun, meseleyi daha karmaşık hale getirir.

Turgut Özal, Kürt özgürlük hareketine karşı büyük bir savaş yürüttü. Sansür, sürgün uygulamaları, köy koruculuğu, ilk “sınır ötesi operasyon” onun döneminde vuku bulan savaş yöntemleriydi. 1990’lı yılların başında Kürdistan’da ayaklanan sivil halkın üzerine ateş açılırken Özal iktidardaydı. Tüm bu uygulamalarla yol alınamayacağını, bunun devleti de çürüteceğini ilk görenlerden biri de yine Özal’dı. Direniş bastırılamayınca yeni Kürt raporlarının hazırlatılmasına ihtiyaç duyuldu. Bu uygulamaların çözüm üretemeyeceğini fark eden sadece Özal değildi. PKK’ye karşı savaşta en önde olan, acımasızca hareket eden ordunun kimi üst düzey mensupları da Özal gibi düşünüyordu.

İLK ATEŞKES VE KARANLIK YIL…

PKK ile temas işte bu yıllara tekabül eder. İş, resmiyete dökülmek istenmezse de bir temas olduğunu herkes biliyordu. Dönemin Türk devlet yöneticilerinin talebiyle PKK’nin 1993’teki ilk ateşkesi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilkti. Türk-Kürt barışına cumhuriyet tarihinde en yaklaşılan yıl olan 1993 süreci, belki de cumhuriyet tarihinin en karanlık yılına dönüştürüldü. Özal, kalp krizi süsü verilerek öldürüldü. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve beraberindeki bir grup subayın içinde bulunduğu uçak kuşkulu şekilde düştü. Yine Bitlis’in ekibinde yer alan Bahtiyar Aydın gibi üst düzey generaller suikastlara kurban gitti. Aynı yıl Kürt sorununun demokratik temelde ve siyasetin çözümünü savunan, bunun için kapsamlı bir rapor hazırlayan Özal hükümetinin eski bakanlarından Adnan Kahveci de hala üzerindeki sır perdesi aralanmamış karanlık bir trafik kazasında eşi ve kızıyla birlikte can verdi.

Kuşkulu suikastlar/kazalar, katliamlar, provokasyonlar birbirini takip etti. ABD başta olma üzere Batılı güçlerin has adamı olarak nitelendirilen Özal’ın kuşkulu ölümünü küresel güçlerin sessizlikle geçiştirmesi dikkat çekiciydi. Zira küresel güçlerin yüzyıllık Ortadoğu oyun planı güçlü ve barışçıl Ortadoğu, sağlıklı Türk-Kürt ilişkileri üzerine bina edilmemişti. Kontrollü kaos, çatışmalı ama çatışan tarafların kendilerine muhtaç olduğu bir politik durum arzu ediyorlardı. Buna uygun hareket edenleri destekliyor, aykırı davrananları bir dönem desteklemiş olsalar da bile daha sonra oyundan diskalifiye ediyorlardı.

GÜREŞ-ÇİLLER-DEMİREL EKİBİ İŞ BAŞINDA!

Özal’ın ölümünü sessizlikle geçiştirenler Doğan Güreş’e yeşil ışık yakıyordu. Siyaset sahnesinin en tepesine CIA’nın Türkiye’deki ilk burs alan öğrencisi olarak bilinen Süleyman Demirel ve ABD yönetiminin has elemanı Tansu Çiller sürülüyordu. İşte faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, göçertmeler, ambargolar, gazete binalarının bombalanması, Kürt iş verenlerinin, milletvekillerinin katledilmesi bu dönemde gerçekleştirilecekti. Özel tim yaygınlaştırıldı, bütün inisiyatif askere bırakıldı, bazı yerleşim yerleri bombalandı/yakıldı, zaten önemli bir bölümü hükümet kontrolünde olan medya tamamen susturuldu, geri kalanlar savaş borazanlığı ile psikolojik savaşın gönüllü tetikçiliğine soyundu. Kürt özgürlük mücadelesinin bitirileceğinden emin olan dönemin Türk Başbakanı Tansu Çiller ise Meclis kürsüsünden ve meydanlardan boğazını yırtarcasına “Ya bitecek ya bitecek” diye bağırıyordu.

Sözcükleri değişse de bu sözler devletin “Tunç Kanunu”nu hatırlatıyordu. Demirel de boş durmuyor, tarihe gönderme yaparak “28 isyanı nasıl ezdiysek 29.’sunu da aynı şekilde ezeceğiz” diyordu. Aynı yıllarda ABD ile ilişkilerin kapsamı büyüyor, Türk devleti istihbarat, kontr-gerilla eğitimi ve askeri teçhizat için batı kapılarını sonuna kadar açıyordu.

Çiller, iktidara geldikten birkaç ay sonra 10 Ekim 1993'te Avrupa Konseyi toplantısı için gittiği Viyana'dan dönüşte uçakta Kürt sorununun çözümü yolunda "Bask Modeli"ni telaffuz etti, şüphesiz bu bir dil sürçmesi değildi. Kamuoyuna yönelik algı yaratma çabasına giren Çiller, Kürdistan’daki savaşı tırmandıran lider olarak tarihe geçti. Aynı yıllarda Sri Lanka’nın kadın devlet başkanı Chandrika Kumanatunga seçilir seçilmez Tamillerle barıştan söz etmiş, ancak onun iktidarı döneminde Tamil ülkesi tarihinin en büyük yıkımlarından birini yaşamıştı.

TAKTİK HEP AYNIYDI: SİLAHLARI SUSTURUN Kİ KONUŞABİLELİM

Çözüm üretmekte zorlanan Türk devleti geri adım atmaya niyeti olmadığını göstermek istercesine savaşı sürdürme kararlılığını dile getirirken, gizlice çeşitli ekipler vasıtasıyla diyalog ve temas girişimlerini de devrede tutmaya çalışıyordu. İlk istenen şey hep aynıydı; “silahları susturun ki konuşabilelim”. PKK, ihtiyatlı yaklaşmakla birlikte tüm çözüm arayışlarına hep değer verdi, defalarca tek taraflı ateşkesler yaptı. Her ateşkes döneminde onlarca, yüzlerce militanını tek taraflı saldırılarda yitirmesine rağmen diyalog kanallarını zorladı. Devletin yanıtı hep komplo, provokasyon, suikast, operasyon ve manipülasyon oldu. 1993, 1995, 1998, 1999, 2006, 2012 hep böylesi süreçlerdir. En kritiği olan ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın esaretiyle sonuçlanan 1998 ateşkesini de isteyenler kendileriydi.

Ecevit’in “Apo’yu neden bize teslim ettiler, hala çözebilmiş değilim” sözü hala hafızalardadır. 1999’da hareketin önderi Abdullah Öcalan’ın esareti sonrası gerillalar Kuzey Kürdistan’ı terk ederek güneye çekildiler. 2004 yılına kadar hiçbir silahlı eylem olmadı. Fakat Güney Kürdistan’a çekilen gerilla grupları ordunun saldırılarında yüzlerce şehit verdi. 2002’nin sonlarına doğru Türkiye’de artık iktidar değişecekti. Çare üretemeyen sistem partileri neredeyse silinmişti. Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının başını çektiği yeni bir parti, AKP sahneye çıkıyordu. Devlete muhalefet ediyor, milletin partisi olduğunu söylüyor, var olan sorunlar her ne ise mutlaka çözüleceğini vaat ediyordu. Nitekim Erdoğan’ın iç ve bölgesel planların bir parçası olarak iktidara getirildiği zaman içinde daha net görülecekti.

PKK’Yİ İKİYE BÖLME GİRİŞİMİ

Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez el attığı konulardan biri ABD ile birlikte PKK’yi ikiye bölme girişimiydi. Bir yandan ABD’li istihbaratçılar, diğer yandan AKP’li kurmayların girişimiyle Sri Lanka’nın Tamil mücadelesine dayattığı Karuna Amman gibi PKK’de de tasfiyeciler sahneye çıkartıldı. Onlara göre parçalanmış bir PKK’de direnmeyi esas alanlar rahatlıkla imha etmek mümkün. Zira aynı akıl benzerini Tamil ülkesinde deneyecek ve başarılı olacaktı. Sorunun Kürtler değil PKK olduğu algısının oluşturulmasında ve direniş kanadının tasfiye edilmesinde PKK’den kopanlar da psikolojik, siyasi ve askeri takviye gücü olarak değerlendirilecektir. 1991’de Erbakan’ın İstanbul il başkanıyken hazırladığı Kürt raporunda, sorunun adını Kürt sorunu olarak koyan, devletin bölgedeki uygulamalarını eleştiren, askeri seçeneğin çözüm olamayacağını ifade eden, anadilde eğitimden, Kürt iradesinin yönetime yansıması gerektiğinden söz eden Erdoğan’ın bugünkü durumu bir savrulma mıdır, yoksa Erdoğan her dönem bulunduğu zemine göre hareket eden tam bir özel harp yetiştirmesi midir, incelenmeye değer.

ERDOĞAN’IN ‘ÇÖZÜM’ MASKESİ

İktidara yeni geldiğinde Kürt sorununu kastederek “Düşünmezseniz böyle bir sorun yoktur” diyen Erdoğan, gerillanın 1 Haziran 2004’teki atılımının ardından gittiği Amed’de “Kürt sorunu vardır, benim de sorunumdur, bununla yüzleşmek zorundayız” dedi. Erdoğan Kürt meselesini çözmek için değil, devlet içerisinde kendi iktidar alanını genişletmek için kullanmaya çalıştı. Devlet içine yerleştikçe, iktidara gelirken kullanmaya başladığı maske ise yavaş yavaş çözülmeye yüz tuttu. Kürt direnişi olmasaydı, Erdoğan, milleti çok daha uzun süre uyutmayı başarabilirdi. Maskesini öyle ustaca kullanıyordu ki, eski rejim uygulamalarından yaka silkenler Erdoğan’a yanaşmakta beis görmüyorlardı. Çözüme aldanan önemli bir Kürt kitlesi de kendisine destek sunuyordu.

PKK’nin öncülüğündeki direniş tırmandıkça “demokrat, özgürlükçü, adaletli, vicdanlı” görünmeye çalışan Erdoğan kendini daha fazla tutamıyor, çok değil, Amed’deki sözlerinin üzerinden 1 yıl geçmeden “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereğini yapacağız” diyerek gerçek yüzünü gösteriyordu. Savaşı derinleşmede Çiller’e rahmet okutacak, oyun ve taktikleriyle aynı yıllarda Sri Lanka’da iktidara gelen Mahinda Rajapaksa ile yarışacaktı.

AKP ne zaman zorlandıysa “çözüm” dedi. Çözümden anladığı Kürdistan gerillasının tek taraflı olarak silahlarını susturmasıydı. Sri Lanka-Tamil görüşmesine de yıllarca ev sahipliği yapan Oslo’ya taşırılan görüşmeler bir nevi Türk devleti için operasyondu. Kandil’de Norveç yetkililerinin arabuluculuğunda yapılan görüşme sona erip Türk heyetinin ayrılmasından kısa bir süre sonra görüşme yerinin Türk savaş uçaklarınca bombalanması bu operasyonun en açık göstergesiydi. Gizliden yürüyen imha konsepti “çözüm” adıyla maskelenirken, vaat çoktu ama icraat yoktu. Türk devleti somut tek bir adım atmıyordu.

RAJAPAKSA VE ERDOĞAN BİRBİRİNDEN ROL ÇALDI

Sri Lanka’daki Rajapaksa rejimi gibi AKP iktidarı da Kürt hareketiyle görüşürken devlet içindeki gücünü tahkim etmeye, uluslararası ittifaklarını güçlendirmeye ve savaşa hazırlanıyordu. Suriye savaşını da bu çerçevede ele alan ele AKP işbirlikçi Kürt yapılanmalarını yedeğinde tutarak hem Kürt birliğini engellemeye hem de PKK’yi zayıflatıp, ona karşı yürüteceği savaşta mücadelesinin Kürtlere yönelik değil, PKK’ye karşı olduğu algısını yaratmaya çalışıyordu.

Erdoğan’ın bu taktiği de Tamilli işbirlikçileri yanına alan Rajapaksa rejiminkiyle tıpa tıp benziyordu. Türk devletinin deyim yerindeyse “PKK muhalifi” adını verdiği kişileri geçen yıllar içinde “kullanıp” bir köşeye attı. AKP rejimi şimdi bu kişilere ihtiyaç duymadığı için onları ne televizyon ekranlarına çıkartıyor ne de gazetelerinde yer veriyor.

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ROJAVA

AKP Suriye’de rejimi değiştireceğinden emin görünüyordu. İlk başlarda uluslararası geniş bir çevre de bu plana destek veriyordu. Suriye’de oluşturulacak yeni hükümetin en güçlü adayı AKP’ye göre kendisine yakın Müslüman Kardeşler grubuydu. Esad rejimini devirmek için dünyanın her yerinden radikal cihatçı gruplar devşirilip, Türkiye üzeri silahlandırılarak Suriye’ye sokuldu. Bu stratejik saldırı hamlesini fark eden Esad rejimi güçlerini öncelikli gördüğü yerlere kaydırdı. Kürtler sürecin buraya evrileceğini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın uyarılarıyla önceden görmüşlerdi. Erdoğan’ın Esad’ı sattığını ilk fark edenlerin başında Kürt Halk Önderi geliyordu.

Rojava’da özyönetim için düğmeye basılırken, bunu korunması için meşru savunma güçleri oluşturuldu. AKP açısından kuşkusuz bu durum sürpriz olmuştu. Ama rejimin ha bugün ha yarın devrileceğini, Şam düşünce de Kürt varlığını ortadan kaldırılmasının zor olmayacağını sanıyordu. Suriye’deki iç savaş uzayınca AKP panikledi, 2012 yılının güz aylarından itibaren çetelerini Serêkaniye başta olmak Rojava’ya saldırttı.

İMRALI GÖRÜŞMELERİ

Bu arada İmralı da bir süredir kamuoyundan gizli bir şekilde yürütülen görüşmeler de artık kamuoyuna yansıdı. Kürt Halk Önderi kendisiyle görüşmeye gelen devlet heyetine ilk uyarı olarak şunları söylemişti: “Türkiye’de bir hegemonya oluşturulmasına müsaade etmem ve tabi Apo ile oyun oynanmayacağını da. Benimle görüşmeyi bu amaçla kullanmak isteyenler fena yanılırlar. Suriye devleti beni iyi bilir. Mutlaka siz de araştırmışsınızdır. Bana ‘bay ilke’ derlerdi. Ben ilke adamıyım, bunu hatırlatmak isterim.”

Görüşmeler başladığında AKP’nin birinci gündemi yine ateşkesti. Diğer yandan savaş ve Kürt hareketini imha planı hazırlıkları da sürüyordu. İmralı’da görüşme trafiğinin kamuoyuna açıklamasından kısa bir süre sora Paris’te Kürt kadın devrimciler Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez katledildi. Bugün itibariyle bu suikastın Erdoğan’ın talimatı ve MİT’in operasyonu olduğu kesinleşmiş durumundadır. Kuzey’de gerillanın eylem yapmamasından faydalanan Türk devleti karakollar, kalekollar, ‘güvenlik’ barajları inşa ederken, Rojava’da ise Ankara’nın beslediği çeteler Kürtlere saldırıyor, Kürtlere ambargo uygulanıyor ve bu ambargoya bir başka Kürt partisi KDP dahil ediliyordu.

KÜRT HALK ÖNDERİ’NDEN STRATEJİK HAMLELER

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ise bu süreçte stratejik bazı hamleler yaptı. Rojava ve Şengal’de özyönetim ve özsavunma için yaptığı uyarılar ile HDP’nin oluşumu bu hamlelerin en önemlilerindendi. Devlet heyetinin İmralı’da tek bir kez dahi silah bırakma mevzusunu açamadığı tarihe not düşmüştü. Çünkü Abdullah Öcalan bunun önünü daha en başından kesmişti. Tartışılan konu şuydu; gerekli şartların oluşması halinde Türkiye’nin sınırları içinde yürütülen silahlı mücadelenin sonlandırılmasıydı. İmralı’da konuşulmayan silah bırakma mevzusu, AKP’nin tek derdiydi. Medyasında sürekli gündemde tuttuğu bu konuyu sanki sorunun esası buymuş gibi ele alıyordu. Bununla Kürt hareketi üzerinde psikolojik baskı yaratılmaya, silahın tüm meşruiyeti ortadan kaldırılmaya çalışıyordu.

AKP süreci uzattıkça uzatıyordu. PKK, iyi niyet adımı olarak elindeki esirleri bırakırken, AKP rejimi on yıllardır hapiste olan tek bir hasta tutsağı dahi salıvermedi. Güya bürokrasiye söz geçiremiyordu. Gülen Cemaati ile arası bozulduğundan, zorlandığı an topu Cemaate atıyordu, onları suçlayarak işin içinden sıyrılmaya, zaman kazanmaya çalışıyordu.

Erdoğan Rojava’daki gelişmelere de çok öfkeleniyor, orada oluşacak bir Kürt yönetimini kırmızı çizgi olarak gördüklerini söylüyordu. Güya Kuzey’de ateşkes sürüyordu ama Rojava’ya saldırtılan çetelerin şehit ettiği Kürt gençlerinin cenazeleri neredeyse her gün Kuzey’in bir kentinde toprağa veriliyordu. Kobanê’de DAİŞ çetelerine karşı verilen tarihi direniş bu sürecin zirvesi oldu.

‘SİLAH DEĞİL, SİLAHLI MÜCADELEYİ BIRAKMA’ VURGUSU

Kürt Halk Önderi’nin uyarıları sonucu izleme heyeti fikri oluştu ve ortaya çıkan mutabakat 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda hükümet, devlet ve İmralı Heyeti’nce kamuoyuna duyuruldu. Tarafların ayrı ayrı okuduğu mesajlarda bir vurgudaki farklılık hemen göze çarpıyordu. Sırrı Süreyya Önder’in okuduğu mesajda “Asgari müştereklerin sağlandığı ilkelerde, silahlı mücadeleyi bırakma temelinde…” cümlesi tercih ediliyordu. Kürt tarafı “belli anlaşmalar olursa silah değil, silahlı mücadele bırakılır” derken, Ankara rejimi “hızlıca silahların bırakılmasından” söz ediyordu. Çözümden kimin neyi anladığı bu vurgulardan ortaya çıkıyordu.

28 Şubat Dolmabahçe toplantısı hükümete yakın bütün medya organlarında olumlu karşılandı. Hükümet üyelerinin benzer mesajları peş peşe geliyor, artık tüm gözler, mutabakat sağlandığı belirtilen izleme heyeti üyelerinin kimlerden oluşacağına çevrilmişti. Herkes bunu beklerken Erdoğan peş peşe izleme heyetinden de Dolmabahçe toplantısından da haberinin olmadığını iddia ediyor, bu tür şeyleri doğru bulmadığını kamuoyuna açıklıyordu. Erdoğan’ın bu çıkışları ve masaya devirmesi şüphesiz devletin hazırladığı imha konseptinin bir parçasıydı. 5 Nisan 2015, HDP heyetinin İmralı’ya son ziyareti olarak tarihe not düşüldü.

 

Yarın:

- Eylül 2014’te hazırlanan ‘Çöktürme’ planı

- İmralı’da idarenin ‘gözünden kaçan’ mektup

- Davatoğlu’nun 12 Şubat 2015’teki sözleri ve Atalay’ın istifası

- Kürdistan neden Tamil ülkesinin kaderini yaşamadı