‘Tarihte benzeri olmayan talan rejimiyle karşı karşıyayız’- I

Tarihin hiçbir döneminde görülmeyen, bitkiler ve hayvanlar âlemini, insanları ve hatta atmosferi tehlike altına alan talan rejiminin yaşam üzerinde karabasan gibi hükmünü icra etmesi, karşıt cephede ciddi eksiklik ve yanlışlıklar olduğunu kanıtlamaktadır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2009 yılında esir tutulduğu İmralı adasında “Demokratik Uygarlık Manifestosu”nun dördüncü kitabı olarak kaleme aldığı ve 2010’da yayınlanan “Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü” isimle eserde ayrıntılı olarak sanayi devriminin çıkışı, kapitalist sistemin şekillenmesi ve işçi sınıfının mücadelesinde ortaya çıkan eksilikleri ve çözüm önerileri ayrıntılı biçimde ele alınıyor. 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı nedeniyle derledik:

“Karl Marks’ın Kapital adlı eserini Hegel felsefesini baş aşağı durmaktan kurtarıp ayakları üstüne dikmeye dair örnek bir yapıt olarak geliştirmek istediğini biliyoruz. Marks bunun için dönemin düşüncesinden iki yönlü bir yararlanma çabası içinde olmuştur. Öncelikle Darwin’in evrim kuramından düz çizgisel ilerlemeci bir toplumsal kuram geliştirmek istemiştir. Pozitivist felsefenin materyalist kolunun dayandığı ana damarlardan ilki budur. Hegel’den ise ‘tanınma’ kavramı altında, tarihteki ‘güçlü ve kurnaz adam’ın homojen ve en yetkin devlet kuramına yol açan diyalektiğini almıştır. Efendi-köle ikileminde efendiye oynatılan rolü köleye (işçiye) oynattırarak Hegel felsefesini sözde ayakları üstüne diktiğini sanmış; böylelikle ‘diyalektik materyalizm’ adı altında bir sol Hegelcilikle hakikat yoluna girdiğine ve ‘toplumsal bilimi’ kurduğuna, en azından bunun için ciddi bir başlangıç yaptığına samimice inanmıştır. Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiğinden yararlanması ise ikinci planda rol oynamıştır. Fransız sosyalizminin azami bir laik cumhuriyetçilik, İngiliz ekonomi-politiğinin ise kapitalist liberal bireycilik anlamına geldiği diyalektik gelişmenin daha sonraları netleştirdiği olgulardır.

Hegel felsefesi önemlidir ve halen güncelliğini korumaktadır. Kapitalist birikim ve güç biçiminin felsefesi olarak gerçekten doruk aşamasındadır. Bu sistemin son sözüdür. Daha sonra sağ ve sol felsefe adına yapılanlar ayrıntılı çalışma programı ve propagandalarından öteye gitmez. Her türlü Marksist, liberal ve konservatif ideoloji buna dahildir. Filozof F. Nietzsche ayrı bir ekoldür. Şahsi kanaatime göre Nietzsche kapitalist sistem karabasanına karşı gerçek bir başkaldırı ‘çığlığı’dır. Bir özgürlük sistemi olarak sonuca vardırılmış olmaktan uzaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız felsefe ekolü bu görevi denemiş, ama başarısı sınırlı kalmıştır.

Hegel’in yaptığı, eylediği başlıca çalışma, kendi dönemine kadarki maddi ve manevi kültür ifadelerini, söylemlerini (din, sanat, bilim ve felsefe) toparlayıp sentezlemek olmuştur. 1800 yılı bu çalışmanın ulus-devlet felsefesinin köşetaşını oluşturduğu külliyatın tamamlanış tarihini ifade eder. Bu aynı zamanda kapitalist Batı hegemonyasının kesinleştiği tarihtir. Sanayi Devrimi denilen fenomen de bu tarihin damgasını taşır. Aradan yaklaşık iki yüz yıl geçmiştir. Avrupa uygarlık hegemonyası küreselleşmenin üçüncü büyük dalgası olan finans çağını da ağır bir küresel krizle geride bırakmaya hazırlanmaktadır. Ticaret kapitalizmi ile sömürgecilik (15-18. yüzyıllar), sanayi kapitalizmi ile emperyalizm (19. yüzyıl), finans kapitalizmi ile küreselcilik (20. yüzyıl) denilen ve kendi içinde aşamalara bölünen kapitalist hegemonyacılık, Hegel’in maddi ve manevi kültürel ifade alanlarında (din, sanat, felsefe ve bilim) artık aşılmayı gerektirmektedir. 2000’li yıllardaki finans kaynaklı son krizler kapitalizmin yapısal olarak iflasını göstermektedir. Bunun böyle olması için eksik olan şey anti-Hegelist felsefe çalışmaları ve pratik siyasi mücadeledir.

TALAN REJİMİ KARABASAN GİBİ HÜKÜM SÜRÜYOR

Son iki yüzyıllık tarihte beş bin yıllık merkezî uygarlığın maddi ve manevi kültürüne karşı geliştirilen eleştiri ve eylemleri kesinlikle küçümsemiyorum. Sosyalizm, anarşizm ve her tür kültürel direniş de buna dahildir. Ayrıca son dönemin ekolojist ve feminist akımları kayda değer açılımlardır. Ama yine de tarihin hiçbir döneminde görülmeyen, bitkiler ve hayvanlar âlemini, insanları ve hatta atmosferi bile tehlike altına alan ve kâğıt parçalarından muazzam kârlar sağlayan bir talan rejiminin yaşam üzerinde bir karabasan gibi kendinden emin biçimde halen hükmünü icra etmesi, karşıt cephede ciddi eksiklikler ve yanlışlıklar olduğunu da kanıtlamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde insanlık zulme ve sömürüye bu denli yatkın hale getirilmemiştir.

Avrupa uygarlığının giderek gelişen son iki yüzyıllık hegemonyası altına giren Ortadoğu kültürü iflasın da ötesinde intihar çizgisinde seyretmektedir. Bu bir abartı değildir. Hindistan, Çin ve Afganistan’dan Atlas Okyanusu kıyılarına kadar yayılan bu kültürün etki alanlarında günlük intihar eylemlerinin yaşandığı bir gerçektir. Eylemlerin azlığı veya çokluğundan ziyade temellerindeki kültürün çözümlenmesi ancak olup biteni izah edebilir. Geleneksel kültürel izahlar (tek tanrılı İbrahimi dinler) tutarlılıktan uzaktır. Yine Batı uygarlığının oryantalist açıklamaları bu kriz ve intihar olgusunu izah edecek güçte değildir. Kaldı ki, kendileri bu kriz ve intiharın hem nedeni hem de sonuçları rolündedirler, parçasıdırlar.

İŞÇİ KAPİTAL’DE ANLATILDIĞI GİBİ OLUŞMAZ

Sovyet ve Çin reel sosyalizm deneyimleri başta olmak üzere, pratikçe de doğrulanan iki önemli nedenle bu sonuçlarla karşılaşmaları anlaşılırdır. Birincisi, emek-değer teorisinin pozitivist inşasıdır. Burada bir işçinin günlük çalışma zamanı emeğinin gerçek değeri için ölçü olarak alınmaktadır. Tarihsel ve toplumsal olarak böylesi bir işçi yoktur. ‘İşçi’ denilen fenomen gerçekleşmiş bir insan değildir; daha doğrusu söylendiği (Kapital’de tanımı yapıldığı) gibi gerçekleşmemiştir. Böyle bir insan-birey gerçekleşmesi yoktur. Eğer birey toplumsalsa, işçi asla Kapital’de anlatıldığı gibi oluşmaz. Marks’ın emek-değer teorisinin gerçeği ifade edebilmesi için öncelikle bireyin toplumsal olmaktan çıkması gerekir. Şimdiye kadarki tüm sosyolojik araştırmalar bireyin toplum olmaksızın asla gerçekleşemeyeceğini kanıtlamıştır. Hem de fazlasıyla.

Bu basit gerçeği tekrarlamaktan büyük öfke duymaktayım. Eğer birey toplumsalsa, toplumsal olduğu için de tarihselse, o zaman emek-değerin ölçüye vurulması (ücret, kâr, rant, faiz vb.) imkânsızdır. Çünkü toplumsallığın hangi tarihlerde ve kimlerin kümülâtif emekleri ile inşa edildiği ölçülemez. Topluma içerilmiş inşa edici emeklerin nicelik ve nitelikçe bilinmesi, daha doğrusu ölçülmesi bu nedenle imkânsız oluyor. Toplum şüphesiz sayısı ve niteliği asla ölçülemeyecek bireysel emeklerin sürekli toplumsallaşmasıyla oluşurken, kendisi de bir bireyine, örneğin bir işçisine bu yoğunlaşmış ve kurumlaşmış emeğin bir kısmını vererek onu insanlaştırır. Başta aile kurumu olmak üzere, sadece ana karnında taşınma emeği değil, çocuk olarak büyütülme emeği de değil, yazılı tarih süreci de bu donmuş emeği fiyatlandırmaya yetmez. Eğer adil bir emek ölçüsü istiyorsak, insan türünün tüm toplumsal serüvenini değere katmamız gerekecektir.

İŞÇİYİ DOĞURAN BİLİMİN ÜCRET PAYINI NASIL HESAPLAYACAĞIZ?

Benim şaştığım nokta şudur: Başta Marks olmak üzere, bu kadar emekten yana geçinen filozoflar ve emek militanları nasıl oldu da bu basit gerçeği düşünce konusu yapamadılar? Bazen yaptılarsa da neden köklü adil bir sonuç çıkaramadılar? Sadece ana emeğinin bir işçinin kırk yıllık ücretinden daha değerli olduğu ispatlanabilir. O birey işçiyi doğuran tarihin, felsefenin, dinin, sanatın ve bilimin ücret payını nasıl hesaplayıp karşılığını ödeyeceğiz? Herhalde sahipleri ölmüştür deyip işin içinden sıyrılamayız. Emek sahiplerinin ölümsüz oldukları herhalde sosyalizmin temel ilkelerindendir. O halde bu kısa tanımın ışığında bile işçi ve ücreti sorunu mitolojik bir anlatım olmaktan öteye gitmez.

Bu nedenle pozitivist felsefeyi en kaba olgucu, materyalist haliyle en kof metafizik olarak yorumlamak hakikate daha yakın bir söylem olacaktır. Marksist pozitivist ‘toplumbilime’ ilişkin köklü bir eleştiri ve özeleştiri bu kategoride geliştirilmek durumundadır. Toplumsal ahlâkın temel rolü de bu konuda karşımıza çıkmaktadır. Ahlâk toplumsal olarak iyi ve kötü normları ile her zaman ölçüye gelmeyen toplumsal emeğin adalet kantarını teşkil etmektedir. Doğru olan da budur. Marksizm’in ahlâk teorisin-deki sınırlı konumu emek-değer ve ücret anlayışı ile yakından bağlantılıdır. Reel sosyalizmin kolay çözülüşünde ahlaki temelden yoksun olmasının belirleyici rol oynadığı bu nedenle hem daha anlaşılır olmakta, hem de en önemli eleştiri unsurlarının başında gelmektedir. Toplumu kapitalizmden kurtarmanın yolunun sendikacılık ve devlet particiliğinden değil, ahlaki ve politik toplumdan geçtiği belirtilmesi gereken en önemli husustur.

Gerek kitap olarak Kapital’e, gerekse sistem olarak kapitalizme ilişkin yapılan tanımlamaların ikinci büyük hatası ve yanlış-lığı iktidar ve hiyerarşi, dolayısıyla zor ile artık-değer birikimi arasındaki diyalektik ilişkinin doğru kurulmamasına ilişkindir. Tarihsel topluma ilişkin tüm gözlemler, zorunlu ihtiyaçlar dışındaki tüm toplumsal artıkların birikiminde zor’un belirleyici rol oynadığını göstermektedir. Zor içermeyen bir toplumsal artık, bir birikim yoktur. Hiyerarşi ve iktidarların tüm inşa gerekçelerinin altın-da toplumsal birikimlerin gaspı yatar. İnşa edilen tüm iktidar biçimleri dolaylı ve direkt birikimle bağlantılıdır.

Daha da soyutlarsak, iktidar ve hiyerarşilerin ezici çoğunluğu yoğunlaşmış toplumsal emektir. İktidarı yoğunlaşmış, kurumlaşmış toplumsal emekten soyutlamak mümkün değildir. Daha avcılık ve toplayıcılık döneminden beri, ‘güçlü ve kurnaz adam’ın başta kadın olmak üzere göz diktiği klan topluluklarının çaba değerlerinden kapitalist zor örgütü olarak ulus-devlet biçimlenmesine dayalı gelişmiş toplumsal artıkların ele geçirilmesine kadar hiçbir birikim iktidardan soyut olarak gerçekleşme gücünde değildir. Beş bin yıllık merkezi uygarlık sürecinin kendisi yoğunlaşmış, kurumlaşmış toplumsal birikimdir. Ezici çoğunluğuyla vahşet derecesinde savaşlarla, güç kurumları ve devletlerle yönetilen toplumsal birikimdir.

BİLİNÇLİ ÇARPITMALAR VE MİTOLOJİK ANLATIMLAR

Bazı sosyalist akademisyenlerin kapitalizmi ‘devlet kurumu dışında, pazara dayalı olarak patron-işçi gönüllü birlikteliğiyle gelişen ilk üretim tarzı’ biçiminde tanımlamaları koca bir yalan propagandadan ibarettir. Böyle bir üretim tarzı yoktur. Tersine, tarihte en gelişmiş ve kurumlaşmış zor temelinde bir artık-değer, bir birikim tarzını oluşturan sistem daha fazla da kapitalizmdir. Bütün tarih didik didik edilsin: Sümerler ve Mısırlıların tarıma dayalı ilk toplumsal artıklarından ticaret ve sanayi kaynaklı toplumsal birikimlere kadar iktidarlar ve hiyerarşilerin sıkı denetimi ve icra yönetiminin hep geçerli olduğu görülecektir. Zor aygıtlarının devrede olmadığı ortamlarda paradan para kazanma olarak faizin de gerçekleşmeyeceği en rahat fark edilebilir bir toplumsal gerçekliktir. Tarih bu konuda kesintisiz ve birikimli, her toplumsal alana zincirleme bağlı bir gerçeklik olarak da tanımlanabilir. Kapitalizmin tarihi bu konuda en çok bilinen bir gerçeği ifade etmesine rağmen, kapital söylemleri ezici çokluğuyla bilinçli çarpıtmalardan örülü mitolojik anlatımlar ve propagandalar olmaktan öteye gitmez.

Marks’ın ve Marksistlerin iyi niyetlerinden kuşku duyulamaz. Ancak iktidar-devlet ve emek-değer inşaları devlet kapitalizmi olarak liberal kapitalizmden daha fazla sisteme hizmet etmiştir. Yalnız başına Çin ve Sovyet Rusya deneyimleri bile bu gerçeği kanıtlamak için kâfidir. Sağ Hegelcilik Avrupa ve Alman ulus-devletçiliğini doğururken, Sol Hegelcilik de Sovyet Rusya ve Çin başta olmak üzere çevre ulus-devletçiliklerini doğurmuştur. Sonuçta her ikisinin de kapitalizmin ulus-devletçiliği ile bütünleşmiş olmalarının temellerindeki Hegelyan felsefe ile bağları herhalde inkâr edilemez. Çok sarsıntı geçirmiş olsa da, halen güncel olarak yaşanan da Hegel’in devlet felsefesidir.

Kapitalist modernite olarak tanımlanan bu sisteme karşı başta anarşistler olmak üzere feministler ve ekolojistlerin geliştirdikleri eleştiriler önemlidir. Fakat bunların halen bunalımdaki kent orta sınıfının görüşlerini aşmış eleştiriler olmaktan öteye gideme-dikleri de anlaşılmak durumundadır.

Yarın: İnsan yaşamını kara göre düzenlemek en vahşi iktidardır