Tecrit ve hapishaneler II

Siyasi iktidarlar tarafından tehdit görülen birçok siyasi önder serbest kaldıktan sonra halkları tarafından devlet başkanı olarak seçildi. Bu önderler arasında Nelson Mandela, Xanana Gusmao, Alberto Mujica gibi isimler de bulunuyor.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 20 yılı aşkın bir süredir İmralı Özel Tip Cezaevinde ağır tecrit koşulları altında tutuluyor. Öcalan üzerindeki tecrit 2015 yılının Nisan ayından bu yana tam bir izolasyon şeklinde gerçekleşmeye devam ediyor.

Siyasal iktidarlar yakın tarihte birçok kez kendileri için tehdit olarak gördükleri önderleri benzeri koşullar altında tuttu. Bu önderler arasında Antonio Gramsci, Ernst Thaelmann, Nelson Mandela gibi isimler de bulunuyor.

XANANA GUSMAO: Yüksek güvenlikli cezaevinde kalan gerilla liderlerinden birisi de işgalci Endonezya devletine karşı mücadele eden Falantil gerilla hareketinin lideri Xanana Gusmao’dur. Gusmao, 20 Kasım 1992 yılında yakalanır ve göstermelik bir mahkemede yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edilerek, Endonezya’nın başkenti Jakarta yakınlarındaki Cipinang hapishanesine gönderilir.

Bu hapishane Yüksek Güvenlikli bir hapishanedir. Doğu Timor halkının direnişi sayesinde Endonezya devleti bu baskıcı politikasını daha fazla sürdüremez ve Falantin gerillalarıyla görüşmeye başlar. Bu görüşmeler sonucunda gerilla lideri Gusmao, Cipinang hapishanesinden çıkarılarak ev hapsine alınır. Ancak Güney Afrika’da olduğu gibi bu taviz Doğu Timor halkını tatmin etmez. Mücadeleyi daha kararlı bir tarzda sürdürürler. Bunun sonucunda sömürgeci ve işgalci Endonezya ordusu adadan çekilir, Doğu Timor halkının bağımsızlığını tanır. Gerilla lideri Xanana Gusmao’da tıpkı Mandela gibi, Cipinang cezaevinden cumhurbaşkanlığı sarayına gider.

NAPOLYON BONAPART: Napolyon Bonaparte 1813 yılında Leipzig’de yenildikten sonra, Fransa senatosu tarafından tahttan indirilerek İtalya’nın Toscana bölgesindeki Elbe adasına sürülür. Elbe adası 223,5 metrekareden oluşan küçük bir adadır. Ada, Napolyon’a küçük gelir, bir süre sonra Napolyon bu adadan kaçar ve mücadelesine devam eder. Ancak başarılı olamaz ve tekrar yakalanır ve bu sefer de İngiltere denetimindeki Saint-Hellen adasına sürgün edilir. Napolyon’un hayatını belirleyen de bu adadır. Saint-Hellen adası da fazla büyük bir ada değildir. Napolyon bu adaya götürülüşünü gemide öğrenir ve ilk tepkisi, “Bu ada üç ayda beni öldürür. Ben her gün yirmi fersah at koşturmuş bir adamım. Dünyanın öbür ucundaki kayalıkta ne yapayım? Eğer hükümetiniz beni öldürmek istiyorsa bunu burada da yapabilir” şeklinde olmuştur.

Saint-Hellen adası Atlantik okyanusunda ve Avrupa’dan yaklaşık iki bin mil uzaklıkta olan bir adadır. Napolyon’nun biyografisini yazan Ludving, kitabında adayı şöyle tanımlar: “Kimse burada yaşayamaz. Bu adada hiç kimse altmış yaşına kadar hayatta kalamaz ve çok az insan ellisine ulaşılabilir. Ekvatorun aşırı sıcağının sağanaklara çeşitlilik kazandığı, bir saat içerisinde sıcak, rutubetli, durgun ve boğucu havanın yerini soğuk bir yağmura bıraktığı güneşsiz tropiklerdeyiz. ...Bir yıl boyunca adada kalanlar dizanteri, baş dönmesi ve ateşin yanı sıra kusma ve çarpıntıdan muzdarip olurlar. En çok görülen rahatsızlık ise karaciğer hastalıklarıdır.”

Adaların nemli iklimi ve cezaevlerinin rutubetli yapısı insan sağlığını olumsuz etkiler. Napolyon’un sağlık sorunları giderek artar. Ludving devamla şunları belirtir. “Ölümcül hastalıkları artıyor. Adanın iklimi, karaciğerleri ilk geldiklerinde sağlıklı olan insanlar için bile tehlikelidir. Napolyon’un karaciğer şikayetleri artmaktadır, midesinin ateş gibi yandığını söylemektedir; bazı ağrı nöbetlerinde, büyük ıstırap içerisinde yere yuvarlanır.

Altı yıldır karaciğer rahatsızlığı için kayanın iklimini suçluyordu; sadece birkaç gün önce İngiltere’yi bu sağlıksız hapishanede kendisini öldürmekle itham etmişti.”

Napolyon, bu koşullara daha fazla dayanamaz ve adada 5 yıl kaldıktan sonra ölür. Ada doktorları otopsisini yaparlar. Doktorların otopsi raporları, ada cezaevlerinin insan bedeni ve sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri gösterir. Ludving aynı çalışmasında bu durumu şöyle anlatır. “Doktor karaciğeri çıkartmış ve yarmıştır. Organı diğerlerinin incelemesi için yukarı kaldırır ve şunları söyler: ‘Görüyorsunuz baylar, midenin bu ülserli kısmı karaciğere nasıl yapışmış. Bundan çıkartacağımız sonuç nedir? Durum şudur ki, St. Hellen’in iklimi mide rahatsızlığını artırmış ve böylece imparatorun vaktinden önce ölmesine yol açmıştır.”

JOSE ALBERTO MUJİCA CORDANO: 1960’ların ortalarında Uruguay’da Küba devriminden etkilenen bir grup devrimci MLN-Tupamaros hareketini kurdu. Bu hareketin içinde gelecekte Uruguay’ın Devlet Başkanı olacak Jose Alberto Mujica Cordano da vardı.

Mujica hareketin düşünce – ideolojik anlamında öncülerinden biri değildi. Nitelikli bir eylemci olan Mujica 1969 yılında Pando şehrinin ordudan alınması sırasında etkin bir rol üstlenmişti. 1970 yılının Mart ayında Montevideo’da iki polisi yaralayan Mujica yaralı olarak yakalandı.

1971 yılının Eylül ayında 100 Tupamaro üyesi ile birlikte cezaevinden kaçan Mujica, kısa sürede yakalanmasının ardından 1972 yılında yeniden cezaevinden kaçtı. Ancak bu kaçışı da uzun sürmedi ve 1 ay sonra yakalandı.

1973 darbesi Mujica’yı cezaevinde yakalandı. Darbenin ardından Mujica ve yakın arkadaşları Eleuterio Fernandez Huidobro ve Mauricio Rosencof bunu takip eden 13 sene boyunca korkunç koşullarda tutuldu. Mujica bu sürenin iki yılını bir haranın sulama kuyusunda geçirdi. Yıllarca insan sesi dahi duymadı.

Mujica cezaevinde ağır psikolojik sorunlar yaşadı. Sesli halüsünasyonlar duyan ve paranoya geçiren Mujica, 1985 yılında ilan edilen genel af sonucunda serbest kaldı. Mujica serbest kalmasının ardından bir süre gördüğü psikolojik tedavinin ardından politikaya atıldı. Geniş Cephe ile birlikte hareket eden Mujica 2010 yılında ülkenin devlet başkanı seçildi.

NELSON MANDELA: Güney Afrika’da ırkçılığa karşı mücadelenin sembolü Nelson Mandela, Temmuz 1918’de Umtata / Transkei’de doğdu. Babası Zosa (xhosa) dilini konuşan Tambu kabilesinin şefi Henry Mandela’ydı. Uzun süre madenlerde işçi olarak çalışan Mandela, siyahların girebildiği Forth Hare University Collage’i ve daha sonra Witwatersrand Üniversitesi’ni bitirerek 1942’de hukuk diploması aldı. Mandela, Güney Afrika’nın ilk siyah avukatı olmuştu.

Irkçı Beyaz yönetime karşı mücadele veren yerli halkın kurduğu Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) 1944’te katılan Mandela, daha sonra Kongre’nin Gençlik Birliği’ne başkan seçildi ve kısa süre içinde siyahların kurtuluş mücadelesinin liderlerinden biri konumuna geldi.

1948 yılına gelindiğinde Güney Afrika’da beyaz yönetimin (Apartheid rejimi) ırkçı politikaları artmıştı. Bu sebeple de 1948’den sonra Mandela, iktidardaki Ulusal Parti’nin (NP) ırk ayrımı politikalarına karşı eylemleri örgütledi. Buna karşılık olarak Apartheid rejimi 1956-61 arasında Mandela’yı vatana ihanetten yargıladı. Çünkü Mandela, Afrika Ulusal Kongresi’nin silahlı mücadeleyi üstlenen yan örgütü Ulusun Mızrağı’nın da kurucusu ve başkanıydı. Özellikle 1960 yılında Sharpeville’de pasaport yasalarını protesto eden silahsız halkın üzerine polisin ateş açması ve yüzlerce kişiyi öldürmesi, Mandela’nın pasif direniş yanlısı tutumunu terk ederek ırkçı yönetime karşı yapılan sabotaj eylemlerini desteklemesine neden oldu.

Mandela 1962’de yurtdışına çıkarak başta İngiltere ve Afrika ülkeleri olmak üzere birçok ülkede destek aradı. Ülkesine dönüşünde tutuklanan Mandela; örgüt üyeleriyle birlikte izinsiz yurtdışına çıkmak, kışkırtıcılık sabotajlar ve suikastlar düzenlemek gibi suçlamalarla yargılandı. Bu dava sırasında Mandela “Halkının temsil edilmediği bir parlamento tarafından hazırlanmış yasalara uymak zorunda olmadığını” söyledi. Bunun yanında 1963’te polisin Johannesburg’un kenar mahallelerinden Rivonia’ya baskın düzenleyerek Ulusun Mızrağı merkezinde bir miktar silah bulması, Mandela ve diğer arkadaşlarının “hükümete karşı komploya girişmek” suçlamasıyla yargılanmasına neden oldu. Bu davalar sırasında bazı suçlamaları kabul eden Mandela, “Irkçı baskıların Siyahlara zora başvurmaktan başka yol bırakmadığını” belirtti.

Rivonia Davası olarak adlandırılan bu dava neticesinde birlikte tutuklanan arkadaşları daha az ceza almasına karşın Mandela 11 Haziran 1964’te ömür boyu hapse mahkum edildi. İlk hapis yeri Cape Town yakınındaki Robben Adası Hapishanesi oldu. Bu hapishanede 1964-82 yılları arasında kaldı. 1982’de ise güvenlik önlemlerinin en üst düzeyde olduğu Pollsmoor Hapishanesi’ne nakledildi. Ağır hapis koşulları neticesinde vereme de yakalanan Mandela 1988’de hastaneye kaldırıldı.

Mandela hapisteyken Afrikalı yerli halkın desteği sürmekteydi. Bunun yanında ırk ayrımına karşı mücadele veren dünyanın birçok ülkesinden insan hakları savunucusu da Mandela’ya destek veriyordu. Mandela’nın hem ülke içinde hem de ülke dışında büyük bir destek görmesi Güney Afrika yönetimini de adım atmak zorunda bırakıyordu. Çünkü Birleşmiş Milletler (BM) Güney Afrika’yı yakından izlerken Apartheid rejimi üzerinde baskılar da artmaktaydı. Yine Güney Afrika’ya yapılacak yaptırımlar konuşulurken diğer taraftan da Mandela ve siyasi tutsakların serbest bırakılması çağrıları yapılıyordu.  

Bunun üzerine önce istihbarat birimleri Mandela’yla diyaloga geçtiler. Sonrasında yoğunlaşan görüşmeler üst düzey müzakerelere döndü. Bu süreçte Mandela’nın cezaevi şartları da iyileştirildi ve sonrasında ev hapsine alındı. Müzakere sürecinin belli bir olgunluğa gelmesinden sonra Mandela, Cumhurbaşkanı F. W. De Klerk başkanlığındaki Güney Afrika hükümeti tarafından 11 Şubat 1990’da serbest bırakıldı. Mandela serbest kaldıktan kısa bir süre sonra, 2 Mart’ta ANC’nin başkanvekilliğine seçildi. Yaşlı olması ve sağlık durumunun kötüye gitmesi üzerine Başkan Oliver N. Tambo’nun “ulusal başkan” konumunu üstlenmesi üzerine Temmuz 1991’de Mandela, ANC’nin başkanlığına getirildi.

Ömrünün 67 yılını halkının özgürlüğü ve insan hakları için mücadele ile geçiren Mandela, birçok ödül de aldı. 1979’da Cavaharlal Nehru Ödülü, 1981 Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü, 1983’te UNESCO’nun Simon Bolivar Ödülü aldığı başlıca ödüllerdir. Bunların yanında birçok üniversite tarafından onursal doktorluk unvanı almıştır.

Savunduğu erdemler ve ırkçılığa karşı verdiği mücadeleden dolayı birçok ödüle layık görülen Mandela, Türkiye tarafından da bir ödüle layık görülür. Türkiye tarafından kendisine 1992’de Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verilmek istense de Mandela bu ödülü reddeder. Bu ödülü reddetmesinin gerekçesini de avukatı vasıtasıyla Türkiye’nin Kürtlere yönelik ayrımcı politikalarını ve insan hakları ihlallerini gösterir ve Türkiye’yi ziyaret etmeyi düşünmediğini belirttir.

ALCATRAZ CEZAEVİ

Güney Amerika’da okyanusun ortasında bulunan Hollanda Guyanası Surinam ile komşu olan Alcatraz adası 1700’lerden beri Fransa’nın işgali altındaydı. Burası tarihin en korkunç cezaevlerinden biri unvanını 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında 60 bin mahkuma mezar olmasıyla aldı.

Fransa, 1800’lü yılların ortalarından sonra adayı cezaevi olarak kullandı ve 1852-1939 yılları arasında yaklaşık 80 bin tutsağı buraya gönderdi. Adada hayatını kaybeden 60 bin kişi de bu tutsakların arasındaydı.

Cezaevi denizden oldukça yüksek ve sarp kayalıklar üzerinde kurulan ve etrafı uçurumlarla dolu olduğundan adadan kaçmak neredeyse imkânsız.

Adaya getirilen tutsaklar, hemen bir çalışma kampına verilirler. Tutsaklar 40 kişilik koğuşlarda kalırlar. Tropik ağaçlarla ve palmiyelerle dolu bu adada, kavurucu sıcaklıklara rağmen tutsaklar, yattıkları ranzalara ayaklarından prangalanır. Buraya gönderilen tutsaklar, toplumda ‘zararlı ve hastalık yayan’ kişiler olarak görüldüklerinden bir an önce onlardan kurtulmak isterler. Örneğin adada hastane ve kilise olmasına rağmen, tutsaklar hiçbir zaman bunlardan yararlanamamışlardır.

Daha sonraları ABD’nin denetimine geçen ada, San Francisco’nun savunmasını daha güçlü yapabilmek için önceleri askeri amaçla kullanmıştır. Adanın yerli halkı ABD’ye karşı isyan edince ABD, isyan önderlerini tutuklar. ABD, burayı askeri hapishaneye çevirir ve 1 Ocak 1934 yılında burayı Adalet Bakanlığı’na devredip federal hapishaneye çevirinceye kadar da askeri cezaevi olarak kullanır. ABD, buraya ağır ceza almışları ve siyasi muhaliflerini gönderir. 1963 yılına kadar Adalet Bakanlığı da burayı federal hapishane olarak kullandıktan sonra kapatır.

Adadaki tutukluların isimleri hafızalarından silinir. Her tutukluya bir numara verilir ve tutuklu bu numarayla çağrılır. Tutuklu artık bir insan değil, bir rakamdır. Buraya gönderilen tutuklular çalışma kamplarında çalıştırıldıklarından ölmeyecekleri kadar verilen temel ihtiyaçların dışında hiçbir insani ihtiyaçları karşılanmaz. Tüm insani duyguları, refleksleri öldürülmeye çalışılır. İnsan, her söylenene itirazsız itaat eden, boyun eğen bir duruma getirilir. Bununla insanı insan yapan tüm örgüler dağıtılmak istenir. Bu politikaya gelmeyen ve direnen tutsaklarda öldürülmüşlerdir. Sadece direnenler değil, teslim olmuş, her söyleneni yapan tutsaklarda öldürülmüşlerdir. Örneğin ABD’nin adaya gönderdiği 134 tutsaktan sadece üç tanesi yaşamda kalarak ABD’ye geri dönebilmiştir.

Cezaevinde kütüphane olmasına rağmen tutukluların bundan faydalanmalarının imkânı yoktur. Bu kütüphaneden bir kitap alabilmek için en az beş yıl hiçbir sorun çıkarmadan iyi halli olmak gerekir. Tutukluların gösterdiği en ufak insani hareket bile suç sayılır. Bu yüzden iyi halli olmak neredeyse imkânsızdır ve tutsaklar bundan dolayı bir kitap dahi okuyamamaktadırlar.

Adanın koşulları tipik bir esir kampı gibidir. En ufak insani özellikler çok sert bir şekilde cezalandırılır. Bunun içinde adanın diğer ucunda tutsakları idam ettikleri giyotinler ve gaz odaları da mevcuttur.