Eskiden kullandığımız bazı “stereotip” kavramlar vardı. Önce sabahtan akşama kadar bir yerlerde oturup ezberlemeye çalışır, ardından da bu kavramları sarf edeceğimiz bir tartışma platformunu aramaya başlardık. Platform oluşturmak için çok uğraşırdık. Saatlerce oturup ezberlediğimiz “stereotip”leri daha tartışmanın ilk etabında peş peşe sıralardık. Örneğin “iflah olmaz küçük burjuvazi”, “suya-sabuna dokunmayan oportünizm”, “devrimsel süreçleri sekteye uğratan ve sıkı bir disiplinle ancak kendini koruyabilecek olan devrim örgütünün en ileri karakolu olan devrimci partinin başına bela kesilen liberalizm”, “devrimin en zor zamanında köşeyi dönen omurgasız kişilik”, “devrimin en sıcak günlerinde arkadaşları ve devrime sırt çevirip karşı-devrimle uzlaşan kaypak ve sahte devrimciler” gibi ve daha birçok klişe laflarla müthiş bir tartışma sürecine girerek karşı tarafı ideolojik ve düşünsel olarak tasfiye ederdik.
Elbette ki o zamanın lügatı kendi koşullarına göre oluşmuş ve belli bir ağırlığı da oluşturmuştu. Buna “Marksist” lügat derdik. O zaman gerekliydi ve bence de son derece ağırlığı olan ve bizi heyecanlandıran, tartışma derinliğimizi sağlayan bir lügattı.
Bence sadece “o zaman” değil, bazı kavramları hâlâ kullanmamız gerektiğini ve o gün kullandığımız bu kavramların bugün için de “cuk” diye oturduğunu düşünüyorum.
Eskiden “devrim kızıştıkça, karşı-devrimci güçler göreceli olarak karşı atağa geçtikçe, devrimin sert rüzgârını yatıştırmak isteyen küçük-burjuvalar yelkeni indirmek için bin bir dereden su getirirler” diye düşünürdük. Devrimin estirdiği fırtınayı durdurmak için, ipe un sermek için ne gerekiyorsa onu yapma omurgasızlığını yaşayan küçük-burjuvazi gerçekten de hâlâ öyledir.
Orta sınıf çözümlemesi için de benzer belirlemelerde bulunuyorduk. “Mücadelenin en zor koşullarında, devrim limanını terk edip karşı tarafın limanına sığınırlar” denildiğinde, elbette ki karamsar ve devrimde iddialı olmayan, ancak ‘normal’ koşullarda zafer naraları atan, zor dönemlerde ise teslimiyet teorisini yapan” orta sınıf kastediliyordu.
Bugünden düne bakıldığında kullanılan üslup ve lügatın öyle yabana atılacak bir lügat olmadığını, yapılan tespitlerin bugün için de geçerli olduğunu ve o günün belirlemelerinin bugünkü devrim kızgınlığında nasıl da doğrulandığını rahatlıkla görebilmek mümkündür.
Bugün Kürdistan’da büyük bir mücadelenin eşliğinde bir halk devrimi yaşanıyor. Bu devrimin sadece Kürdistan ve Türkiye’nin kaderini belirlemeyecek, aynı zamanda tüm Ortadoğu’nun kaderini belirleyecek bir devrim niteliğinde olduğu artık herkes tarafından dillendiriliyor. Zaten sürecin ağırlığı da bundan ileri geliyor. Bir fırtına, bir kasırga kuvvetinde olmasının anlamı da bundandır. Bunu anlayacak, bunu çözebilecek ve bu süreci büyük bir iradeyle götürecek bir kişilik performansı gerektiriyor.
Eskiden devrimin keskinliğinden, mücadelenin kızgınlığından ve bunun gereklerini yerine getirecek sağlam iradeli kişiliklerden bahsedilirken tam da bu dönem kastediliyordu. Devrim bir kasırga gibi esiyor, dev bir dalga gibi yükseliyor, her şeyi silip süpüren bir sel gibi akıyor.
İşte tam da bu noktada Kürdistan devrimine karşı küçük-burjuva kaypaklığı, omurgasız sınıflar, teslimiyet teorisini üretmeye başlayan liberaller başını o karanlık delikten uzatmaya başladı. Karşı-devrimin şiddeti ve ölüm kusan yüzünü görünce üretilmeye başlanan binbir çeşit teorinin havada uçuştuğunu görüyoruz. Ruhuna kadar sinmiş korkunun verdiği şuursuzlukla karşı-devrimin sınırsız katliamlarını, Türk devletinin şiddetini, AKP faşizminin hiddetini görmeyecek kadar sersemlemiş olan bu sınıflar, yaşanan tüm kabahati Özgürlük Hareketi’nden bulma çabasına girmekte tereddüt yaşamıyor. Eleştirmesi gereken yer devlet olmasına rağmen mücadelede ısrarlı olan Kürtleri suçluyorlar. Bunlar dinamitlenmiş suda bulunan ve sersemleye sersemleye özgürlük cephesine doğru değil, onu yok etme kararını alan tarafa doğru yalpalayarak giden balıklar gibi başlarını düşman giyotinine doğru uzatıyorlar.
Katliam yapana, soykırım yapana, şiddeti sınırsız bir biçimde uygulayana değil, tüm bunları durdurmak için canını vermeye hazır, mücadelede ısrarlı olan Kürtlere kızan bu sınıf ve katmanlar ne yazık ki şimdi bile Özgürlük Hareketi’ne tepkilidirler.
“Devlet saldırsa da sen yerinde dur, o vahşet uygulasa da sen geri çekil, faşizm vursa da sen sessiz kal, o katliam yapsa da sen kaldığın yerleri boşalt” diyorlar. Kobanê döneminde “Kobanê terk edilsin, savaşçılar geri çekilsin, bu kadar insanın ölümüne gerek yok, şehir daha sonra da alınabilir” diye mırıldanıyorlardı.
Türk devleti Sri Lanka Konsepti'ni hayata geçirmek için topyekûn şehirlere saldırdığında “polis hangi eve girerse karşı çıkılmasın, kimi tutukluyorsa tutuklasın, cezaevinde yatılabilir, sorun değil” diyerek, gençlerin direnişini anlamsız buluyorlardı. Gençler kendilerini, kardeşlerini, anne ve babalarını, komşularını, ev ve şehirlerini savunmak için hendek kazıp barikat kurduklarında ilk kıyameti koparan bu sınıf oldu. Sanki devletin evlere vahşice hücum etmesi, şehirleri talan etmesi, gençleri, kadınları, çocukları, yaşlıları yakalayıp işkencelerden geçirdikten sonra cezaevlerine atmaları normalmiş gibi teoriler üreten de yine bu sınıf oldu.
Sanki birkaç hendeğin kazılması bu kadar katliama gerekçeymiş gibi, sanki onlarca şehrin yakılıp yıkılmasının sebebi kazılan bir iki hendekmiş gibi, sanki bodrumlarda öldürülen, boğdurulan yüzlerce yaralı kadın, erkek ve çocuğun vahşice katledilmesi doğalmış gibi bir hava yaratan, yine teslimiyeti iliklerine kadar barındıran bu sınıftı.
“Şehirler terk edilseydi, şehirlerde silah bulundurulmasaydı, evler barikat haline getirilmeseydi, gençler daha ilk başta teslim olsaydı böyle olmazdı” diyen yine bu omurgasız sınıftı.
Bu sınıf akıl etseydi, ya da sınıf intiharına uğrayıp birazcık da olsa gerçekleri görseydi şunu söylerdi: Mücadelenin yeri yurdu yoktur. Otuz yıldır dağda verilen mücadele artık şehirlere gelerek bazı sonuçlara ulaşmalıdır. Mücadelenin-savaşın şiddetini ve tahrip yanını hep köylüler çekti, biraz da şehirlerde yaşayan bizler çekelim.
Bu karamsar, halkının gücüne inanmayan, sıkıntıya fazla gelmeyen sınıf şunu da düşünebilirdi: Eğer '90’lı yıllarda köylüler sessiz kalsalardı, gerillayla bağlarını kesseydi, köylerini terk etseydi o kadar köy yakılmazdı, o kadar insan katledilmezdi, o kadar kadın ve genç tutsak edilmezdi.
Bu sınıf şunu da düşünebilirdi: Yapılan yeni bir siyasi soykırıma karşı direnilmeli, bu nedenle legal partinin başkanları asla teslim olmamalı, gençler zindana gitmemeli, polis, asker öyle kolay kolay kulağımızdan tutup bizi, halkımızı cezaevine sokmamalıdır. Eğer böyle bir politika varsa, o zaman bir direnme politikası da olmalıdır. Elbette ki teslim olmamanın bedeli yıkım, yakma, ölüm de olacak. Başka çaremiz yok. AKP’nin ‘ya teslimiyet ya ölüm’ politikasına vereceğimiz cevap direnmek olmalı.
Bu sınıf, “Erdoğan’ın ya baş vereceksiniz, ya baş eğeceksiniz” sözüne karşı, “hayır eğecek başımız yok, direneceğiz” diyebilmeliydi. Kaldı ki zaten devlet; topyekûn savaş, topyekûn yok etme ve tasfiye etme, bir bütün olarak ‘baş eğme’ kararı vermişti. Buna karşı ya ‘baş eğilecekti’, ya ‘baş verilecekti.’ Başka türlü davranmak zaten mücadelenin ruhuna uymazdı.
Kaldı ki mücadeleye karar verildiğinde zaten bugünlerin geleceği, yakılma ve yıkımın olacağı, insanların katledileceği, direnmenin kırdan şehre doğru akacağı, bu olmazsa zaten özgürlüğün de mümkün olamayacağı biliniyordu. Şu da bir gerçek olarak karşımızda duruyordu: Bu mücadele hep kırda, dağda olmayacaktı. Stratejik saldırı döneminde şehirlere doğru kayacak ve sömürgecilik esas olarak şehirlerde boğdurulacaktı. Bu çalışmanın abc’si böyledir. Bugün olmasaydı yarın, yarın olmasa öbür gün, ama bir gün mutlaka şehirlerde mücadele yükseltilecekti. Ya “hayır, mücadele verilecekse hep kırda verilsin, dağdan inmeye gerek yok, olursa orada olsun olmazsa da olmazsın”, ya da tüm riskler göze alınarak ve bedeli ağır da olsa mücadelenin bir boyutu şehirlere taşınacaktı. Bu, bir avuç gencin kararıydı ve taktiksel olarak bazı eksiklikleri olsa da orta sınıf böyle bakmak zorundaydı.
Eğer “Kobanê’de şehir mücadelesi olur, olmalı” deniliyorsa o zaman Bakur’da da olmalıdır. Eğer “Kobanê tecavüzcüler, katiller tarafından düşürülmemeli” deniliyorsa, o zaman Bakur’daki Kobanê'lere de sömürgecilik girmemelidir. Çünkü aynı şeyler yapılıyor. Gençlerin, kadınların, yaşlıların, çocukların tutuklanması için büyük bir sefer başlatılıyor ve bu konuda sonuç alınsa, bu sefer kazanılmış tüm kurumlar tasfiye edilecek, daha sonra da dağ bir bütün olarak bombalanacaktır. Hedef budur. Arada belki nüans bir fark var, ama sonuçta büyük bir tasfiye ve soykırım konsepti söz konusu. ‘Bizim’ sınıf bunu da düşünebilirdi. Tüm bunları değil de birkaç ‘hendek’i gerekçe gösterip, birkaç gencin birkaç yerde barikat kurma eylemini bahane edip, “valla gençler hendek kazmasaydı böyle olmazdı” deme gafletini göstermek, büyük bir şuursuzluk ve bellek yoksunluğudur.
Aynı gafleti Güneydekiler yaşıyor. Erdoğan’ın sömürge valisi gibi haftanın iki günü Ankara’da özel brifinglerde Özgürlük Hareketi’nin nasıl tasfiye edileceğine dair ‘fikir’ler sunuluyor. “Şengal’den çık, Kerkük’te ne işin var, Musul’a yanaşma, Rakka’ya da gitme” diyen sömürgeci bir devletin valiliğini yapmak Kürtlerin işi mi? Erdoğan’ın söyledikleri şeyleri harfiyen tekrarlamak Kürtlerin kârı mı? ABD’ye gidip “ancak siz Şengal’ı temizleyebilirsiniz, Ankara’da Aksaray’da yemek sofrasında siz merak etmeyin Allah'ın izniyle onları hep birlikte atarız” demenin Kürtlükle, ahlâkla, namusla, dürüstlükle, şerefle ne alakası var?
Şengal’i bırak, tecavüzcülere terk et, tek bir kurşun sıkmadan orayı IŞİD’in insafına ver, beş bin Kürt kadınını Araplara peşkeş çekmesine onay ver, şimdi de kalk “Şengal bizimdir, orayı terk et, yoksa zor kullanırım” de. Bu da bir sınıftır, bir sınıfın ruhudur, bir sınıfın düşmanla olan hukukudur. “Şengal’ı terk edin, orası bizim” derken nasıl da yüzünüz kızarmıyor, nasıl da utanmıyorsunuz, nasıl da vicdanınız size batmıyor, nasıl da bu kadar rahat ve sanki Şengal halkına karşı büyük bir suç işlememişsiniz gibi “dobra dobra” konuşuyorsunuz!
Uluslararası kurumları, sahte şeyhleri, beyleri, derebeyleri, ağaları, aşiretleri, devletleri ve daha çok da Erdoğan’ı harekete geçirip Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edip, Êzidî halkını da yeni bir katliamla baş başa bırakmak isteyen, siz “tırşıkçı”lar takımı…
Oysa gün birlik günüdür. Tüm ulusun, halkın birlikte hareket etme zamanıdır. Tüm siyasi partilerin yol haritaları ne olursa olsun her şeyi bir kenara bırakarak, Kürt halkını soykırımla karşı karşıya olduğu bir dönemde birlikte aynı çatı altında siyaset yapma günüdür. Kısacası gün orta sınıfın da, aşiretlerin de, şeyhlerin de, emekçilerin de, kadın ve gençlerin de birlikte omuz omuza Kürt katliamına “dur” deme günüdür. Bu yapılmazsa herkes, her Kürt, her Kürt aşireti, her sınıf ve en başta da orta sınıf da kaybeder. Kendilerine “başbakan” ve “parti lideri” diyenler de kaybeder. Bu da unutulmasın…