Adalet Yürüyüşü'ne dikkati çekerken "sokak belirleyici" vurgusunda bulunan Yörük, yürüyüşün finalinin de önemli olacağını belirtti.
Yrd. Doç. Dr. Zafer Yörük, siyaset teorisi ve Ortadoğu siyaseti alanlarında Londra Üniversitesi’ndeki lisans eğitiminin ardından, yüksek lisans ve doktorasını Essex Üniversitesi’nde Ernesto Laclau’nun yönettiği ‘İdeoloji ve Söylem Analizi’ kürsüsünde tamamlayan bir siyaset bilimci. Kültürel ve psikanaliz alanında çalışmalar da yapıyor.
Yörük, Türkiye’de kimlik krizi ve Türk kimliği üzerine yaptığı yayınların yanı sıra halen İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak çalışıyor.
Çeşitli üniversitedeki akademisyenlerin yayımladığı “Bu Suça Ortak Olamayacağız” bildirisinde imzası bulunan Yörük’ün doçentlik başvurusu işlemleri, Haziran ayında durdurulmuştu.
Yrd. Doç. Dr. Zafer Yörük ile AKP'nin Efrîn'i işgal planlarını, Adalet Yürüyüşü'nü, kirli propaganda rolünü üstlenen militarist televizyon dizilerini konuştuk...
‘REQQA'YA İLERLEYİŞTEN RAHATSIZLAR’
Bir süredir AKP iktidarının Efrîn sınırına askeri yığınak yapması ve iki gün önce başlayan saldırılarını nasıl okuyorsunuz? Bir kara harekatı iktidara ne kaybettirir; sonuçları ne olabilir?
"Kobanê düştü düşecek"ten "Reqqa düştü düşecek" noktasına geldik. AKP hükûmetinin DAİŞ ile ne gibi bir ilişkisi var, hâlâ karanlık bu nokta. Bu ilişkinin sonucunda DAİŞ’in şu anda bölgede temizleniyor oluşu siyasal iktidarı ne kadar rahatsız ediyor, bunu bilemiyoruz. Ben bunun semptomu olarak görüyorum yığınak ve saldırıyı. Tabii bu sadece bir ruh hali ile açıklanacak mesele değil ama böyle bir psikolojik tarafı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Reqqa kentine DSG’nin ilerleyişi devam ediyor. Bu, Türkiye’de ittifak halinde olan şeriatçı-derin devlet blokunu rahatsız ediyor. Tabii meselenin bir de askeri yanı var. Rojava’nın herhangi bir bölgesinin tehdit altında olması, Reqqa'daki DSG güçlerinin bir bölümünün o tarafa kaydırılması zorunluluğunu da doğuruyor. Reqqa'nın düşmesini engellemek olmasa da geciktirmenin hedeflendiği ortada. Bu gecikmeden Türkiye’deki siyasal iktidarın bir çıkarı olmalı, diye akıl yürütebiliriz. Ama bu çıkar ya da beklenti somut olarak nedir? Bu konuda yalnızca Türkiye’nin Musul ve Reqqa operasyonlarında ‘açığa alınması’ gerçeğini değil Türkiye’deki siyasal iktidarın bölgedeki tek açık müttefiki olan Katar rejiminin son dönemde içine düştüğü zor durumu da göz önüne alarak bir analiz yapmak gerekir.
‘KISMEN DE OLSA SALDIRIYA GÖZ YUMULUYOR’
Baas Rejimi ve Rusya’nın bölgedeki durumu olaya nasıl yansır?
Suriye devlet güçleri ve Rusya’nın Efrîn'e Türk saldırısı konusunda ilk anda bir şey yapmadıklarını gözlemledik. Özellikle ABD ile olan çatışmasından bu yana Suriye devletinin de bazı niyetlerinin açığa çıktığı ortada. Suriye’nin en azından Fırat’ın batısında kalan bölgesinde Baas egemenliğini yeniden tesis etmek. Efrîn kantonu, bu hedef açısından sorun olarak görülüyor olabilir. Bu anlamda da Türkiye’nin oraya müdahalesine kısmen de olsa göz yumuyor şu anda. Ama bu dengeler her an değişebilir.
'HÜKÛMET SAVAŞTAN NEMALANIYOR'
Özellikle son beş yıldır AKP sürekli bir savaş halinde. Hiç olmazsa Rusya’ya ait uçağı düşürüp, onlarla bir gerilim yaratıyor. AKP, savaşı daha ne kadar araç olarak kullanacaktır, nerede biter bu taktik?
Savaş hali Türkiye’deki iktidarı çok besliyor. Bu savaşın Kürtlerle olması, Türkiye’de şeriatçı-derin devlet iktidar blokunu perçinlerken zaten bölük pörçük olan muhalefeti de sürekli bölüyor. Muhalefetin büyük bir kısmı da milliyetçi-üniter devletçi ve onlar da Kürt oluşumlarını Türkiye’ye bir tehdit olarak görüyorlar. CHP ‘adalet’ diye yürüyor ama bir taraftan da ‘şehitler’ ya da ‘bayrak’ için yürüdüğünü sürekli vurgulama ihtiyacı hissediyor. Savaş halinin siyasal iktidara çok yaradığını görüyoruz. Türkiye, AKP iktidarının son döneminde başka bir rotaya girdi. Savaş hali bu rotayı besliyor. Bu olmadan iktidar kendisini ayakta tutamayacak gibi görüyor.
‘GENİŞ BİR SAVAŞ LOBİSİ OLUŞTU’
Peki bu savaş hali artık tüm topluma da yayıldı, diyebilir miyiz?
'90’larda bir savaş lobisi vardı. Kürtlerle olan çatışmanın devamından nemalanan bir çıkar grubu oluşmuştu. O zamanın OHAL bölgesinde yani Kürt coğrafyasında yüksek maaşla görev yapan devlet personeli, korucu aşiretler, TSK başta olmak üzere dönemin üniterci-laikçi iktidar bloku, savaş ekonomisinden ticari kazanç sağlayan sermaye çevreleri ve çeşitli kirli savaş ’maharetleriyle’ uyuşturucu, kumar vb. mafya ‘marifetlerini’ birleştirerek palazlanan derin devlet yapılanması. Bu, çok geniş bir çevre değildi çok dar da değildi. Toplumun geniş kesimleri, asker uğurlama ve şehit cenazesi gibi agresif milliyetçi ritüeller ile bu savaş lobisini meşrulaştırmaya çağrılıyordu. AKP iktidara geldiğinde barış şiarıyla önce bu lobiye karşı savaş açmış görünüyordu. Nitekim de o savaş lobisi dağıldı. Sanayiciler barışın da yararlarından, bölgenin yatırım potansiyellerinden falan bahsetmeye başladılar.2000’li yıllarda yapılan kamuoyu yoklamaları barış ya da açılım hamlesinin toplumun geneli tarafından da desteklendiğini gösteriyordu. Fakat daha sonra, özellikle 2015 yazından itibaren başka bir rotaya girilmeye başlandı. Bu değişimde, Arap baharıyla birlikte Ortadoğu’da başlayan sarsıntı, Gezi ayaklanması, ardından Suriye iç savaşının kabarttığı hevesler ve tabii ki HDP’nin seçim başarısı karşısında AKP iktidarının içine düştüğü panik gibi faktörlerin yerlerini tek tek sıralayabiliriz. Barıştan birdenbire savaşa sapan rota, Kürt illeri ve ilçelerinde sivillere yönelik şiddetin tırmanışı ile belirginleşti.
'90’lı yıllardan farklı olarak toplumun yalnızca izleyici ve meşruiyet kaynağı olarak değil fiilen katılıma davet edildiği bir savaş konsepti yürürlüğe konmuş bulunuyor. FETÖ tasfiyelerinin de katkısıyla devletin şiddet aygıtları ya da iç ve dış güvenlik güçleri yeniden yapılanırken yaygın bir istihdam alanı da ortaya çıkmış bulunuyor. Yarı profesyonel bir ordu sistemine geçiş ve paramiliter güçlerin yeniden yapılanması sürecine dikkatli bakmak gerekiyor. Uzman çavuşluk, sözleşmeli erbaş ve sözleşmeli er gibi kategorilerin yaygınlaşması yanında, JÖH ve PÖH gibi paramiliter yapıların artan kadro ihtiyaçları ile birlikte yeni bir savaş ekonomisi gelişiyor. İşsizlik ve yoksulluk batağı içindeki milyonlar için aileden bir erkek çocuğu devlete savaşçı olarak vermek bir kurtuluş olarak görülüyor sanki. 2015’ten itibaren oluşmakta olan savaş bloğu, geçmişin dar savaş lobisinden çok daha yaygın ve ne yazık ki popüler. En son oğlu çatışmada ölen bir babanın, ‘zil takıp oynayasım geliyor’ deyişini şok halinde bir dil sürçmesi olarak değil bir erkek çocuğu feda ederek ailenin geri kalanını mali güvenceye almayı ‘kurtuluş’ olarak gören milyonlarca yoksulun ruh hali olarak okumak da mümkün ne yazık ki. Savaş halinden beklentiler toplumun kılcal damarlarına işliyor. Savaş ekonomisi, toplumun geçim kaynakları arasında önemli bir yer kazanma yolunda. Aslında bunun çok tehlikeli bir yanılsama, korkunç bir yalan olduğunu biliyoruz. Çünkü işin insani boyutu bir yana savaşın ekonomik faturası da yine o yoksul ve işsiz milyonların sırtında. İşte bu korkunç yalanı ifşa ettikleri için barış akademisyenleri birbiri ardına işlerinden atılmakta.
‘YAPILANLAR DİZİLERLE MEŞRULAŞTIRILIYOR’
Son bir yılda ortaya çıkan militarist dizilerin toplumdaki etkisi ve yapılan katliamları meşrulaştırmaktaki rolü nerede duruyor bu savaşta?
Ortaya çıkan dizilere önce şaşırıp kaldık. Çünkü birdenbire ve üç ayrı popüler TV kanalında başladılar. Öncelikle bölgede, bugüne kadar gerçekleşen trajediyi meşrulaştırma kaygısı gözleniyor. Her filmde subaylarla doktor kızların, öğretmenlerle uzman çavuşların flört etmesi gibi sosyolojik göstergeler yanında bu kızların ya da komutanların masum (ve kadın) aile fertlerinin teröristlerce kaçırılması da istisnasız her dizide var sanırım. Tayin olan memurların yaşadığı bu tehditler yanında bazı yerel unsurlar yani Türk devletini seven Kürtler tarafından desteklenmeleri mutlaka bir olgu olarak sergileniyor. Karşı tarafta ise sadizm, histeri gibi çeşitli psişik motivasyonlardan başka pek bir şey görünmüyor. ‘Teröristlerin’ hiçbir toplumsal projesi ya da siyasal hedefi söz konusu değil. PKK komutanları istisnasız olarak takıntılı sadistler olarak temsil edilirken, YPJ gerçeğinin bu dizilere yansıması da kaçınılmaz. Şöyle ki kadın ‘terörist’ tipolojisinin itici gücü oldukça kişisel takıntılar ve bu takıntının yol açtığı histerik bozukluk olarak sunuluyor. Kadının gerilla olmasını, dağda, cephede elde silah savaşmasını başka türlü izah etmek mümkün değil. Bu takıntıları ve kişilik bozuklukları olmasa onların da tahsil derecelerine göre bir subay, doktor, uzman çavuş, öğretmen ya da Türk devletini seven Kürt erkekleri arasından bir koca bularak evlerinin kadını ve anne olmaktan başka bir idealleri olmayacağına ikna oluyoruz. Bu dizilerin diğer kaçınılmaz unsurları ise ‘içerideki hainler’ (ki bunlar bu dönemde istisnasız olarak Fethullahçılardır) ve ‘dış mihraklar’.
İsimsizler dizisindeki Otto bu konuda çok pedagojik bir rol oynuyor. Bir yandan uluslararası bir yardım kuruluşunun temsilcisi kisvesi altında teröristlere yardımlarda bulunurken öte yandan da ‘milli ittifak cephesini’ en zayıf noktasından vurarak çökertmeye çalışıyor. Bu zaaf noktası yine bir kadın. Kaymakamın hoşlandığı kadın doktoru baştan çıkarmak, dış mihrakın savaş hilesi olarak önümüze seriliyor. Sonuçta bütün hikayenin yine gelip kadın üzerinden bir mücadeleye dönüşmesine tanık oluyoruz. Kaçırıldıktan sonra erkek kahramanlar tarafından kurtarılması gereken ya da boş bırakıldığı anda dış mihraklar tarafından kafası karıştırılmaya müsait kadın karakterler. Milli birliğimizin yumuşak ve her daim korunmaya muhtaç karnı… Eğer kadın bu saf ve masum tipolojiye uymuyorsa mutlaka zararlı bir ruh hastası (kadın terörist ya da YPJ) olmak durumunda ki o zaman da ‘etkisiz hale getirmek’ dışında bir seçenek kalmadığı izleyiciye kabul ettiriliyor.
Bu dizilerin tek amacı retrospektif yani bozulan barış atmosferini takiben bölge halkına yaşatılmış olan şiddeti ve travmayı Türk izleyici nezdinde meşrulaştırmaktan ibaret değil ne yazık ki. Bundan sonra yapılmak istenenlerin de habercisi ve psikolojik hazırlayıcısı olarak düşünürsek yakın gelecekten kaygı duymak için toplum olarak çok fazla nedenimiz olduğu anlaşılır. Özetle, savaşı Rojava’ya doğru sıçratma arzusu ve bu eğilime toplumun kolektif psişesini hazırlama çabası…
Toplumun kılcal damarlarında yaygınlaştırılmakta olan savaş ekonomisi, siyasal iktidar ve onun güdümü ya da tehdidi altındaki basın ve medyanın sistematik manipülasyonları, ‘Dağ’ türü filmler ve yukarıda sözünü ettiğimiz TV dizileri ile girişilen ideolojik bombardıman, bütün bunlar sürdürülebilir bir savaş hali oluşturma çabaları olarak okunmalıdır. Bildiğimiz derin devletin artık AKP ile çatışmadığını aksine birlikte hareket eden bir Türk-İslam bloku oluşturmuş olduklarını görüyoruz. Bu ittifak, en hafif deyişle ırkçı bir temelde gerçekleşiyor. Sınırların içinde ya da dışında bir Kürt oluşumunun engellenmesi başlıca birleştirici lehim noktası.
‘ESAS ÇÖZÜM ORTADOĞU’DAKİ DENGELER’
AB ve AİHM’in yaşananlara sessiz kalması, iktidarın şiddeti daha da arttırmasına sebep olmuyor mu? Ortadoğu’daki dengeler AKP’yi nasıl etkiler?
Ortadoğu’daki durum netleşmedikçe AKP’nin siyasal iktidarı için şiddeti bir siyaset enstrümanı olarak kullanma lüksü de her zaman var olacaktır. İçinde bulunulan bölgesel savaş ve iç savaş atmosferinde bunu meşrulaştırma olanağı her zaman var. Ülke içinde demokratik güçlerin hak ve adalet arama mücadelesinin seyri bu gidişatı engelleme yönünde etkili olacaktır. Ama esas çözümün Ortadoğu’daki dengeler olacağını düşünüyorum. Yakın zamana kadar AB Türkiye için önemi bir denetim aracıydı. Ama milli hedefler anlamında Batı’dan uzaklaşılmasına paralel olarak AB’nin Türkiye için bağlayıcılığı sürekli bir azalma eğilimi gösterecektir. Eskiden çıkacak bir ilerleme raporu Türkiye içinde çok büyük yankı bulurdu. Böyle bir tartışmanın artık yapılmadığını gözlemlemek gerekir. Türkiye’deki otoriterleşmenin kontrolü açısından AB’nin etkisi azaldı. Türkiye böyle bir kontrolden çıktığı durumda böyle bir otoriter iktidar arzusu ile büyük hak ihlallerinin yapılabileceği bir alan haline geliyor. OHAL’in süreklilik kazandığı, şiddetin dozunun giderek arttığı ve savaş halinin bunu sürekli beslediği bir felaket senaryosuna doğru ilerliyor olduğumuzu düşünmemek için pek bir neden görmüyorum.
‘GERİLİMDEN TOPLUMUN ÇIKARI YOK’
Sürekli savaş halini ülkede toplumun bir kısmının desteklediğini söyleyebilir miyiz?
Bunu devletin şiddet aygıtlarının yaygınlaştırılması yoluyla yeniden yapılanan savaş ekonomisinde gözlemlemenin mümkün olduğundan söz ettik. Ama bundan ibaret değil. Gerçek veriler anlamında toplumun hiçbir kesiminin gerilim halinde yaşamaktan bir çıkarı olamaz. Aksine borçlanma, yoksullaşma ve ekonomik refah anlamında radikal bir gerileme getirecektir. İdeolojik bombardıman ve siyasal/kültürel manipülasyon bu nedenle önem kazanıyor. Manipülasyonun beklenen meşruiyeti sağlayamadığı zamanlarda da tehditler ve çıplak şiddet devreye giriyor.
‘BEKA SÖYLEMİ ÇOK TEHLİKELİ’
Özellikle Devlet Bahçeli’nin ‘Türk halkının bekası’ dediği durum çok daha büyük tehlikelere gebe değil mi? Osmanlı’nın son dönemlerinde devletin bekası için yapılan katliamlara bakarsak...
Beka söylemi Osmanlı’nın son döneminde şimdi olduğu ölçüde duyulur hale gelmişti. Sonucu Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasının ortadan kaldırılmasıdır. Beka söyleminin tekrar dile getirilmesini yani ölüm/kalım paranoyası içinde yeniden bir milli seferberlik ilanını çok tehlikeli buluyorum. Bugün bu memlekette ‘istenmeyen azınlıklar’ kimlerdir? Sağdan say Kürtler soldan say Kürtler sonucu ortaya çıkıyor ne yazık ki. Sur ya da Nusaybin’de bayağı bir provasının yapıldığını düşünüyorum. Bu tehlikeye işaret etmek gerekiyor. Tarihleriyle hesaplaşamayan toplumlar nevrotiktir; hatırlamak yerine tekrar ederler. O dönemde de Osmanlı, Tanzimat döneminin yarattığı düş kırıklığı içinde Avrupa ile bağlarını azaltma eğilimine girmişti. Şimdi de benzer çalkantılar, benzer ilişkiler görüyoruz. Tehlikeli bir döneme giriyoruz. Devletin bütün gücüyle taraflardan birinin yanında olduğu bir iç savaş ortamı, böyle sivriltilen bir beka ve milli seferberlik söyleminin varması kaçınılmaz noktadır. O nedenle toplumun maruz kaldığı ideolojik bombardımana karşı eleştirel mücadele çok önemli.
‘ADALET YÜRÜYÜŞÜ'NÜN FİNALİ ÖNEMLİ’
‘Adalet Yürüyüşü’ umut veriyor mu?
Adalet gibi bir gösterge ile yola çıkmak önemli bir gelişme Türkiye için. CHP’nin çoktan yapmış olması gereken bir şey aslında. Bu yürüyüşü CHP propagandası olarak görmemek ve adalet göstergesinin içini her kesimin katılımı ve talepleriyle doldurmak gerektiğini düşünüyorum. Aynı zamanda CHP de bu yolculuk içinde değişecektir. Eylem pratiği, sokaklara çıkmak birçok şeyi değiştiriyor. Ama bir takım sorular her zaman ortada. Yürüyüş bitiş tarihi 15 Temmuz’a yakın bir zamana denk geliyor. CHP yeni bir Yenikapı mitingine mi katılacak? Ya da HDP Eş Genel başkanı Selahattin Demirtaş için de Edirne’ye mi yürünecek? Nasıl bir final olacağı önemli. Bu finalin biçim ve içeriği de katılımla belirlenecektir.
‘BAŞLI BAŞINA BİR DEVRİM’
Kuzey Suriye Federasyonu’ndaki gelişmeleri takip edebiliyor musunuz? Özellikle YPJ örgütlenmesi dünyayı etkilemeye devam ediyor...
Öncelikle Rojava deneyimi, devlet olmayı reddeden bir öz yönetim pratiği olarak başlıbaşına devrimci bir değer taşıyor. Savaş hali içinde oluşmuş olması açısından birçok eksiği ve yanlışı da içinde barındırması kaçınılmaz. Önemli olan bu eksikler ve yanlışlar üzerine değil, bunların eksik ve yanlış olduğunu bilerek inşa edilmesidir. Ortadoğu’da çok-kültürlülük, birlikte yaşama, egemenlik biçimi ve coğrafi egemenlik meseleleri açısından bir yeni açılımdır. Ama mükemmel midir onu bilmiyoruz. Bildiğimiz o ki demokrasi kavramını bildiğimiz milli devlet çerçevesinin ötesinde düşünmeyi olanaklı kılıyor. Bunlar özellikle Ortadoğu ve dünya için yeniliklerdir. Kadın meselesi açısından ise başlı başına bir devrimdir. Tamamen kadınların inisiyatifinde ve kadınların komutasında bir ordu fikri Ortadoğu’nun birçok egemen ve muhalif gücü için bir kabus anlamına geliyor olmalı. Kadının toplumsal yaşamda, siyasal ve hatta askeri karar alma süreçlerinde inisiyatifinin bu ölçüde teşvik edilmesi benzerine rastlanmış bir durum değildir. Ortadoğu gibi bir coğrafyada (yaşayanlar iyi bilir ki kadın düşmanlığı geleneklerin, hatta dini inançların bir gereği olarak işlenmektedir) çok daha önemli hale geliyor bunların yapılması. Ortadoğu deyince çok uzaklara Yemen’e, Libya’ya ya da Mısır’a bakmaya gerek yok. Kuzey Irak’taki peşmerge güçleri içindeki (olmayan) kadın nüfusu ile karşılaştırmak yeterli. Bugün Türkiye’de Meclis’te kadın temsilinin yükselmesinde de bu başarıyı gözlemleyebiliyoruz. Bu konuda ülke çok şey borçlu Kürt hareketine. Özetle, YPJ fikri sadece cephede savaşan kadın değil birçok alanda da kadına eşitlik kazandırma anlamına geliyor. Kadınlar, sadece savaşan bireyler olarak değil bir toplumsal özne olarak Ortadoğu’da oluşum içinde. Bunun tohumlarını atan da her şeyden çok Kürt hareketinin bugün varmış olduğu yerdir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz şovenist dizilerde sunulan anlatıların Türk kadınını çağırdığı rollerle YPJ söylem ve pratiğinin ve genel olarak Kürt hareketinin bize sunduğu ‘kadın’ imgesini karşılaştırmak bile yaşanmakta olanın nasıl bir devrim olduğunu kendi başına açıklayacaktır.