Bir sese ihtiyacımız var Nagihan!

Diyorum ki suyun akışını durdurabilir mi kötülükler. Durduramaz. Sen bir su akışıydın. Dilin, bedenin, yüreğin ve bilincin arasından sızan bir akış. Aklın, duygunun, bilincin arasına konulan sınırları baharda coşan ırmaklar gibi yıkıp geçerdin.

Bir şiirle başlamak istedim yazıya. Sonra baktım şiir sensin. Konuşurken sesinden gülücükler taşardı, kelimelerin çiçekli dallara benzerdi. Sayende şiir tadında yaşamanın ne olduğunu biliyorum. Öyle soyut bir şey değilmiş meğer. Yüreğini titreten, tüylerini diken diken eden, kalp atışlarını hızlandıran ve seni acılardan, haksızlıklardan, çirkinliklerden fersah fersah uzaklaştıran bir yolculukmuş senin kelimelerin. Keşke kaydetseydim diyorum şimdi içimden o konuşmaları. İnsan nankör bir varlık mı acaba. O kelimelere tutunarak kaç kez düştüğüm dipsiz kuyulardan çıktım halbuki. Senin sade ve yalın sözlerin kavganın anlamını, felsefesini, güzelliğini  yeniden ve yeniden anlamamı sağladı. Yaşamı şiir tadında solumak ne güzeldi.

Sevgili ortancamız!

Şimdi kelimelerini ödünç alıyorum, seni sen gibi anlatabilmek için. Yitirmek öyle ezel ebed, öyle yersiz yurtsuz bir şey ki. Öyle sonsuz ve sınırsız ki. Bin kez, milyon kez de olsa hep sırrına eremediğin bir hakikat. Günler, aylar, saatler yani zamanın yüzeye vuran ölçüsü hiç işlemiyor.  Tıpkı senin evrenin enerjisine inandığın gibi kavramaya çalışıyorum yokluğunu. Ve varlığını… Zamanın ölçüsüne vuramıyorum olanları. Bu sonu ve başlangıcı.

Diyorum ki suyun akışını durdurabilir mi kötülükler. Durduramaz. Sen bir su akışıydın. Dilin, bedenin, yüreğin ve bilincin arasından sızan bir akış. Aklın, duygunun, bilincin arasına konulan sınırları baharda coşan ırmaklar gibi yıkıp geçerdin. Acılar ve yitirmeler ağır bastığında sessiz ve toprağına tutunan bir akıştın. Usul usul, toprağı incitmeden, hani kurumaya yüz tutmuş denecek kadar incelmiş ama bir o kadar kararlı bir akıştın. Amaç yenilikse, yaratmaksa; bir şeye başlamaksa, inşa etmekse o zaman sen baharda dağları yararak kendine bir yol bulan bir rubar oluverirdin. Ve konu öğretmekse usulca çiseleyen bir bahar yağmuru olurdun. Özlem dayanılmaz olduğunda, şehirler sana dar geldiğinde, çirkinlikler seni boğduğunda, yalnızlık dayanılmaz olduğunda dağlara koşardın. Aniden bastıran bir yaz yağmuru oluverirdin o zaman

Sen hep akardın. Ne de güzel yakışmış her iki soy ismin sana. Kavga adını seçmeden Akarsel demiş. Sen kavgamıza katıldığında Su demişsin kendine. İki harfle özetlemişsin amacını, iki harfe sığdırmışsın kavgadaki duruşunu. İki harfle anlatmışsın seni katleden zihniyetin asla başaramayacağını. Su gibi akmış durmuşsun.

‘Evrende hiçbir emek kaybolmaz, buna inanıyorum’ demiştin. Daha birkaç gün önce beni avutmak için söylediğin o sözleri yarama merhem yapıyorum. Seni anlatmaya böylece takat buluyorum. Anlatmalıyım diyorum. Zamana ve mekana yenik düşmesin istiyorum anılar, öğretiler, senden taşan güzellikler, senden herkese akan iyilik. Seninkiler kadar sade, derin, felsefik, bilgi yüklü ve anlamlı kelimeler arıyorum. Umarım senin kadar güzel harmanlarım ve bağ kurarım bunlar arasında. Jineolojî dergisine yazdığın her yazıda bilginin, duygu ve düşüncenin nasıl ustalıkla harmanlanabileceğini gösterdin. Bilginle hayata, ruhlarımıza dokundun…

Nasıl böyle ustalıklı yapabildin peki? Çünkü sen kavgasına aşık bir kadındın. Kavganın yarattığı değerleri, kazandığımız mevzileri bir bakışla tanıyacak kadar keskin gözlerin vardı. Gittiğin her yerde gördüğün her şey içine işlerdi. Efrîn’de yaşlı bir ananın hawarını tarihsel bir öğreti sayardın. Ders vermek için gittiğin akademilerde genç bir savaşçının gözündeki ışıltıyı, zekasındaki kıvraklığı bir umut kaynağı yapardın. Savaşın acımasızlığı ve hızının ortasında yorgun düşen savaşçılara hayranlıkla bakardın. Hayranlıkla anlatırdın.’ İşte budur devrim’ derdin. Başka bir ayna tutardın onlara, herkesi bir kahramana dönüştürürdün; tıpkı hak ettikleri gibi. Bu devrime nefesini katan her bireyin paha biçilmez değeri vardı sende.  Hayrandın tüm devrimcilere. Bir imrenme olamaz bu. Çünkü sen devrimin gerektirdiği her göreve hazırdın. Hesapsız, kaygısız, korkusuzca atılırdın öne. Ateşe koşan kelebekler misali giderdin gitmen gereken yere. Mutlaka bir şey yaratmak, olmazı olur kılmak için. Hiç ertelemeden, gerekçelere sığınmadan, şikayet etmeden giderdin. Aldığın sonuçların dökümünü çıkarmayı da unutmazdın.  Kat ettiğin mesafeleri görebilmek bir rehavetin sebebi olmadı, aksine yürünecek yeni yolların muştusuydu. Devrim içinde devrimlerin yaratıcısı olmak, tanığı olmak sana çok yakıştı. Anlam  ve tanım gücüne jineolojî sayesinde mi eriştin bilemem ama sana çok yakıştı jineolog olmak !

Kavgada cesur olmanın silah kuşanmaktan öte bir şey olduğunu söylüyordu Rêber Apo. Bunu  devlet, erkek, sistemin düşünme biçimlerine meydan okumak daha büyük cesaret istiyor diyordu. Buz tutmuş yürekleri ısıtmanın, kavgamızın akışkanlığını, inceliğini, derinliğini formüllerle öğrenmek isteyenleri başka yollara sevk etmenin, bilgiyi ruhundan koparanları dönüştürmenin, bizi kendi sınırlarına çekmek isteyen academiaya  meydan okumanın ne denli cesaret istediğini; bu işlere kalkışmanın ne büyük meydan okuma olduğunu çokça tartıştık. Bedeller istediğini de…Bedeli senin bedenine sıkılan kurşunlarmış meğer. Devletli sınıflı uygarlığın zihniyetini yıkmak isteyenlerin karşısında kadın düşmanı bu sistemin olduğunu biliyorduk. Bunun için gözünü karartabileceğini de. Ama yine senin kadar ustalıklı davranamadığımızdan acıyoruz belki de. Bilmek, hissetmek ve anlamak arasındaki bağı kurmamız gerekir. Bunun nasıl olacağını yine sen öğrettin. Jineoloji Dergisi’nin çıkacak olan son sayısına şöyle yazmıştın.

Çağın duygu ve düşünce çağlayanına çağıran bir sese ihtiyacımız var… Eskil, arkaik olduğu kadar şimdiyi anlatan bir sese.  Evrende yalnız olmadığımızı hissettiren, enerjimizi bütünleyen bir söze. Duyguyu düşünceden, ruhu akıldan, sezgiyi bilgiden, maddeyi enerjiden, yaşamı ölümden, aydınlığı karanlıktan, felsefeyi sosyolojiden koparmayan bir heceye ihtiyacımız var. Zamanın ve mekanın ruhsal ve düşünsel paradigmasını taşıyan…

Evrende yalnız olmadığımızı hissettiren o söze şimdi ölesiye ihtiyaç duyuyoruz. Ve sen bizimle yol arkadaşlığı yaparken o sözleri bir şekilde fısıldamışsın kulağımıza. Benim duyduklarım bunlardır…

Evrende her şey bir bütünün parçalarıdır. Seni katledenlerin yol açmak istediği acının karşısında senin yaşama sevincin duruyor. Umudumuzu kırmak isteyenlerin karşısında senin her anına bir anlam katarak yürüttüğün, aşkla bağlandığın bu kavganın umudu var. Sömürgecilerin, düşmanın yol açtığı dehşet saçan kötülüğün karşısında senin hiçbir canlıyı incitmeyen iyiliğinin gücü var. Sevgisizliğin, duyarsızlığın, anlamsızlığın kendine yuva kurmak istediği bu dünyada senin yargısız, koşulsuz, her gün kendini yaratan sonsuz sevgin var. Ağaca, taşa, kurda, kuşa, renge bakamayan körlüklere karşı senin evrendeki her şeyi gözlerinden ruhuna geçiren ışıltılı bakışların var. Rêber Apo’nun ‘toplumsal çatlaklardan sızacak kadar sinsidir’ dediği iktidar karşısında senin paylaşma, işbölümü ve yoldaşa hizmetten ibaret olan devrimciliğin var. Düş kurmayı unutturacak kadar yorgun bu yeryüzünde insanlara düş kurmayı sevdiren hayallerin var. Adaletsizliğin, haksızlıkların, kalleşliklerin pençesine düşüp de evrende kendi varlığına anlam biçemeyenlerin uzanacağı bir dost eli var. Farklılıkları törpülemek isteyenlerin renksiz dünyasında her farklılığı kucaklayacak kadar derin inancın var. Kadınların geleceğini karartmak isteyenlerin karşısında senin aydınlatmaya çalıştığın yalın ve duru hakikat  duruyor. Dünyayı kadınlar değiştirecek diyor.