Önder Apo’nun kadınlara yönelik çağrısı, kamuoyu tarafından dikkatle okunmaya ve takip edilmeye başlandı. Kadınların özellikle mücadelenin temelinde olduğuna yönelik açıklamaları, Türkiye’deki kadın hareketinde tartışılmaya başlandı.
Önder Apo’nun kadınlara yönelik çağrısını, yıllarca dünya üzerindeki öz yönetim deneyimlerini yerinde incelemiş, kadın mücadelesini yakından takip etmiş olan Türkiyeli feministlerden DEM Parti İstanbul Milletvekili Özgül Saki ile konuştuk.
ANF’ye değerlendirmelerde bulunan Özgül Saki, “Türkiyeli feministler, Kürdistanlı feministler, bir bütün olarak kadın hareketi bu ciddiyete uygun adımlar atmaya zaten başladı” yorumunda bulundu.
‘KADINLARIN BARIŞ MÜCADELESİ ANTİK YUNANA KADAR DAYANIYOR’
Özgül Saki, kadınların barış mücadelesi tarihine ilişkin şunları söyledi:
“Aslında kadınların barış için mücadele tarihinin köklerini Antik Yunan’a kadar götürebiliriz. İlk savaş karşıtı tiyatro oyunu olarak bilinen Aristophanes’in ‘Lysistrata’ oyununda, Atina ve Sparta arasındaki savaşın sonlandırılması için kadınların verdiği mücadele anlatılır. Yıllarca süren savaşın tahribatından ve yıkıcılığından bezmiş olan hem Atinalı hem Spartalı kadınlar, barış için örgütlenirler.
Ortaçağ ise, toprak mülkiyeti ve ilksel sermaye birikimi için adeta kadınlara karşı savaş çağıdır. Ancak kadınlar, özellikle Fransız ihtilali ile başlayan modern çağda, sadece savaşların mağduru olarak değil; kurucu, bağımsız politik özneler olarak hem savaş ve çatışma süreçlerine hem de barış süreçlerine dahil olurlar.
Fransız İhtilalinden sadece dört yıl sonra, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde kadının adı yok diyerek, 1791 yılında Olympee de Gouge ‘Kadın Hakları Evrensel Bildirgesini’ açıkladı. Aynı tarihlerde İngiltere’de Mary Wolstonecraft ‘Kadın Haklarının Gerekçesi’ ni yazar. Sonrasında Paris Komünü sürecinde komünar kadınlar hem Paris’in savunulmasında hem de komünün erkek egemen tutumlarına karşı mücadele verir.
Üstelik yakın dönemlere kadar, savaşların sonlandırılması için oluşturulan hiçbir uluslararası kuruma alınmazlar. Örneğin İngiltere’de ‘Evrensel ve Kalıcı Barışın Teşviki için Topluluk’ 1812 de kurulur. Tabii ki topluluğa kadınlar alınmaz, sadece onların mektup gönderebilecekleri söylenir. 1840 yılında ABD, Fransa ve Britanya kolonilerinden 409 delegenin katılımıyla ‘Kölelik Karşıtı Konferans’ düzenlenir. Konferansta kadın delegeler vardır, ama konuşmalarına izin verilmez. Ardından 1849’da Paris’te düzenlenen ‘Barış Kongresi’nde Anne Knight, ‘Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadın Birliği’ kurulmasını önerir.
Sonrasında Birinci Dünya Savaşı döneminde, Sovyet Devrimi sürecinde, Avrupa’da faşizme karşı mücadelede kadınlar gerek örgütlülükleriyle gerek eylemlilikleriyle bağımsız bir mücadele içinde kendi sözlerini daima ifade etmiş, siyasal ve toplumsal mücadeleler tarihinin aktif öznesi olarak kolektif barış arayışlarını sürdürmüşlerdir.
Bu mücadele elbette ki tek bir coğrafyaya özgü değildi; kadınların barış mücadelesi en başından beri enternasyonal bir mücadeleydi. Bugün de Abya Yala’dan Ortadoğu’ya, yeryüzünün en küçük parçasına kadar nüfuz eden bir özelliği var.
Peki kadınlar yüzyıllar boyu neden barışta bu kadar ısrar ediyorlar? Bunun patriyarkal sistemle çok ilgisi var: Kadınlar, her düzeyde erkeklerin karar verici olduğu bir toplumsal sistem içinde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Hangi sınıftan, hangi halktan, hangi inançtan olurlarsa olsunlar; devlet kurumlarında, aile içinde ve savaşın yıkıcılığından farklı biçimlerde, ama ortak etkileniyorlar.
Savaş koşullarında yaşanan cinsel şiddet, göç etmek zorunda bırakılmaları, yoksulluk, militarizmin yüceltilmesine paralel biçimde erkek şiddetinin yükselmesi ve hiçbir yönetsel mekanizmaya dahil edilmeden başına gelenlere sessizce katlanması beklenen kadınlar için barış mücadelesi, sadece siyasal bir hedef değil, bizzat gündelik, pratik yaşamların köklü biçimde dönüşmesi anlamına geliyor.”
‘KADINLARIN BARIŞ MÜCADELESİ SADECE ERKEK EGEMENLİĞİNE KARŞI DEĞİL, SÖMÜRGECİLİĞE VE KÖLELİĞE DE KARŞIDIR’
Kadınların barışa yönelik ısrarını sadece erkek egemenliğine bir karşı çıkış olarak tanımlamamak gerektiğini, barış mücadelesinde kadınların burjuvaziye ve sömürgeciliğe karşı da mücadele içerisinde olduklarını belirten Özgül Saki, şöyle devam etti:
“Kadınların barışta ısrarı tabii ki sadece erkek egemenliğine karşı bir çıkış olarak cereyan etmiyor; hatta çoğu zaman, başlangıçta sadece genel talepler, kadın- erkek ortak talepler olarak sahaya çıkıyor. Ancak kadınlar köleliğe, burjuvaziye, sömürgeciliğe karşı kolektif mücadele içindeyken patriyarka ile cepheden karşı karşıya geliyorlar.
Olympee de Gouge’un isyanı, Fransız Devrimi’nde kadın-erkek birlikte verilen mücadelenin sonucundaki Toplumsal Sözleşme’de kadınların taleplerinin yer verilmemesine itirazı böyle bir karşılaşma. Yine, Paris Komünü’nün kurulması ve korunması için silahlı mücadele veren Komünar kadınların, komün yönetimine kabul edilmemeleri karşısında kadınlar hem Versailles’a karşı komünü savunuyor hem de komünde yok sayılan söz hakları için mücadele ediyorlardı. Sovyet Devrimi için de benzer örnekler verebiliriz. Ancak burada vurgulanması gereken, kadınların savaşa, zorla yerinden edilmeye, yoksulluğa karşı verdiği en küçük mücadeleye içkin olarak patriarkayı aşındırdığıdır.
1800’lerde kadınların barış için mücadelesinde gerek ulusal gerekse de uluslararası konferans ve kuruluşlarda kurumsal temsilleri engellendiğinde, eş zamanlı olarak birçok kadın oy hakkı mücadelesine dahil oldu. Bu bir tesadüfle açıklanamaz. Yine, işçi sınıfı mücadelesinde kadınların çalışmaları, sendikaya üye olmaları ‘sınıf mücadelesini bölüyorlar’ diye engellendiğinde, kadın işçilerin hem patronlara karşı mücadele ederken hem de kendi örgütlerinde erkek egemen uygulamalara karşı örgütlenmeleri elzem oldu.
Dolayısıyla ister sınıfsal, ister ulusal, isterse de dini referanslı olsun; eşitlik ve özgürlük için sürdürülen kolektif kadın mücadelesi, içkin olarak patriarkaya karşı mücadeledir aynı zamanda.”
KALPSİZ BİR DÜNYANIN KALBİ OLABİLECEK TOPLUMSAL BİR YAŞAMI KURMA İDDİASI İÇİNDEYİZ
Kadınların mücadelesinin sömürü düzenine karşı mücadele olduğunu ve ‘kalpsiz dünyanın kalbi olabilecek toplumsal bir yaşamı’ kurma iddiası içinde olduklarını belirten Özgül Saki, sözlerine şöyle devam etti:
“Dini temelde gerçekleşen ya da mezhep savaşları olarak da sürdürülen savaşlarda kadınların nesne konumuna itildiği, varlıklarının değersizleştirildiği çok açık. Katolik engizisyonun cadı avlarından, bugün Afganistan ve Pakistan’da Taliban’ın; Irak, Suriye ve aslında Türkiye ile Lübnan’da Hizbullah ve İŞİD’in; yine Lübnan ve Nijerya’da Boko Haram’ın yaptıklarına kadar, şeriat hukukunun geçerli olduğu ülkelerde kadınların yaşadıkları bize şunu gösteriyor: Kadınların siyasal ve toplumsal eşitliğinin güvence altında olmadığı hiçbir yapı, kadınlara olumlu hiçbir şey vaat etmiyor.
İşte bu nedenledir ki, ağır baskı ve şiddet altında olsalar bile, kadınlar kendi yaşamları hakkında kendileri karar vermek için mücadele etmeye devam ediyor. Burada tabii ki şundan da söz etmek gerekir: Kapitalizmin ve sömürgeciliğin tüm vahşi uygulamaları altında sığınacak bir yer arayanların dine sığınmaları da bir gerçek. Tıpkı Marx’ın ‘Din halkların afyonudur ama; aynı zamanda kalpsiz dünyanın kalbidir’ sözünde belirttiği gibi…
Tüm ezme- ezilme ve sömürü düzenine karşı mücadele eden bizler, bir başka dünyanın mümkün olduğuna; kalpsiz dünyanın kalbi olabilecek bir toplumsal yaşamın kurulabileceğine olan güvenimizle, bugünden kendi örgütlülüklerimizi, düşlediğimiz yaşamın değerlerine uygun biçimde dönüştürme sorumluluğunu da omuzlarımızda hissetmeliyiz. Bu sorumluluğu en çok hissedenlerin, patriarkal kapitalizme karşı mücadele eden kadınlar olduğunu söylemek isterim.
Kadınların barış mücadelesi bu yüzden sadece silahların susması değil -kuşkusuz bu çok önemli- ama aynı zamanda bir özgürleşme mücadelesi.”
‘ORTADOĞU’DA TOPLUMSAL DEĞİŞİMİN TEMELİNDE KÜRT KADINLARININ MÜCADELESİ VAR’
Ortadoğu’da köklü değişimin temelinde Kürt kadınlarının mücadelesi olduğunu dile getiren Özgül Saki, özellikle Rojava’nın inşasının sadece Ortadoğu’ya değil, dünyaya örnek olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam etti:
“Bugün Ortadoğu’da bir barıştan söz edebilmenin yegâne koşulu, İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin sonlandırılmasından ve Kürtlerin dört farklı parçaya bölünmüş bir halk olarak asimilasyona, yok sayılmaya, statüsüzlüğe karşı verdiği özgürlük mücadelesinin gerçekliğini kabul etmekten geçiyor.
Filistinli kadınlar, işgale ve soykırıma karşı mücadelede en başından itibaren örgütlü olarak yer almalarının yanı sıra, aynı zamanda onurlu bir barış için arayışlarını da her koşulda sürdürüyor. Yakın bir tarihte, İsrail’den ‘Women Wage Peace’ ve Filistin’den ‘Women of the Sun’ı temsil eden feminist barış koalisyonu, ortak örgütleriyle ‘Barışa Yolculuk’ eyleminde ‘Barışta ısrar ediyoruz’ diyerek Kudüs’e yürüdü.
Bu ortak barış mücadelesinin başlangıcı, İsrailli Yahudi on kadının Kudüs Meydanı’ndaki kaldırımda Filistinlilerle birlikte siyahlar giyerek dayanışma içinde barış nöbeti tutmaya karar verdikleri 1988 tarihine dayanır. Sonrasında Hayfa’da, Tel Aviv’de ve birçok başka şehirde ‘Siyahlı Kadınlar’ barış nöbetleri örgütlediler. Bu kadınlardan ilham alan Sırbistanlı kadınlar ise 1991 yılında benzer bir eylemi Belgrad’da gerçekleştirdi.
Ama Ortadoğu’da en köklü dönüşümü gerçekleştirenler, hiç kuşkusuz Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesi oldu. Suriye’de katliamcı IŞİD’e karşı gösterdikleri muazzam direniş ve sonrasında Rojava’da inşa edilen yeni toplumsal yaşam, sadece bölgeye değil, tüm dünyada eşitlik, özgürlük ve barış için mücadele eden tüm halklara ilham oldu.
Cumartesi Anneleri ile Barış Annelerinin ortak birleşik mücadelesi ise bu topraklara özgü bir barış inisiyatifi olarak tarihin seyrini değiştirdi. Beyaz tülbentle simgeleşen Barış Annelerinin mücadelesi, Arjantin’de Beyaz eşarplarıyla nöbet tutan Plaza de Mayo anneleri ile dayanışma içerisinde kopmaz bağlar oluşturdu.
Mayıs ayında toplanan 1’inci NADA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika Demokratik Kadın İttifakı) Kongresi ile bu tarihsel birikim yeni bir evreye taşındı. Evet, bir savaş ve katliamlar alanına dönüştürülen böylesi bir coğrafyada kadınların barışta ısrar ediyor olmasının temelinde yatan gerçeklik, bence kadınların kendi geleceklerine kendilerinin karar verebileceği bir toplumsal yaşama duydukları özlem ve kendi öz örgütleri ile verdikleri mücadelenin kazanımlarına duyulan güvendir.”
DEVAM EDECEK...