Gerçekliği bırakan filmler…

Bu yılki İstanbul Film Festivali seçkisinde hem ulusal hem de yarışma dışı uluslararası filmlerin çoğunda, gerçekliğin terk edildiğini görmek olası. Birçok filmde absürt, kara mizah etkileri yoğun olarak hissediliyor.

İstanbul Film Festivali’nde bu yıl en fazla ilgi gören filmleri uzun uzun listelemek pek mümkün değil. Birkaç favoriden sonra aralarda keşfedilmeyi bekleyen herkesin listesinin en başında yer almayanlar bulunuyor. Şilili yönetmen Raul Ruiz’in Pembe Dizi/ La Telenovela Errante de bunlardan biri. Pembe Dizi, Ruiz’in 2011 ölümünden sonraki 121’inci filmi olarak kayıtlara geçiyor. Sebebi de kurgucu olan eşi Valeria Sarmeinto tarafından tamamlanmış olması.

1990’larda Şili’de yükselen pembe dizileri odağına alan film, kısa kısa sekanslarla hem diktatör Pinochet’e dönemine göndermeler yapıyor hem de ülkenin içinde bulunduğu sosyo- ekonomik durumu ilişkin absürt bir mizahla hikâyesini anlatıyor. Pembe Dizi’nin en büyük alametifarikası da kendi topraklarının hikâyesini çok iyi bir şekilde absürtleştirmesi. Raul Ruiz hemen hemen tüm sekanslarda politik bir unsur kullanıyor. Hicvinden dönemin sol hareketleri de nasibini alıyor.

Ruiz’in art arda hatta iç içe geçmiş hikâyesi dev bir kumandanın kanalı değiştirmesi gibi. Her kanalda birbirinin de içine geçebilen başka dizler var. Dahası 90’ların başında Türkiye’de yeni yeni başlayan TV dizileri de Ruiz’in dikkatinden kaçmıyor; bir dönem dizi sektörünün tekeli sayılan “Latin” dünyasından bu topraklara bir selam gibi. Zira Türkiye’deki dizilerin dünya piyasasında şimdilerde çok revaçta olduğu düşünülürse isabetli bir öngörü bile denilebilir. Elbette bu öngörü Raul Ruiz’in absürt süzgecinden geçerek bölümlerden birinde yer alıyor.

ONUR ÜNLÜ’NÜN PUTLARI…

Ruiz’in Pembe Dizi’sini izledikten sonra festivalin “Ulusal Yarışma” bölümünde de yer alan Onur Ünlü’nün “Put Şeylere” filminin zayıf bir absürt- kara mizah olduğunu düşünmek olası. Cihangir’deki sinema dünyasının arka planını kendi lisanıyla anlatan Ünlü, herkesin âşık olduğu narsist bir yönetmen, birbirlerine kablo ile bağlı biri senarist diğeri ise fazlasıyla her şeyi bilen iki kardeş; aynı zamanda morg olan bir tiyatro, ölüleri dirilten bir doktor ve Arkadaş Zekai Özger şiiri ile bir evren kuruyor. Onur Ünlü, Put Şeylere’de zaman ve mekân kavramıyla fazlasıyla oynuyor. Her sahne bir diğer karakterin gözünden iki kere perdeye gelebiliyor. Ama sinemada devamlılık denen şeyi de özellikle ret eden bir tavır izleyen Ünlü, ikinci kere perdeye getirdiği bölümün diyaloglarına dokunmasa da zamanıyla oynayıp minik mantıksızlıkları da filmin orasına burasına serpiştiriyor. Hatta filmin sonuna jenerikten sonra koyduğu duyuruda “mantık hatasını bulup şu adrese mail atın” diyor. Onur Ünlü, Put Şeylere’de birbirini hem mecazen hem de gerçekten parça parça yiyen insanları anlatıyor ama bunu anlatırken yarattığı karmaşa filmden çıkan darmadağınık bir zihin bırakıyor geriye. Sonra Ruiz akla geliyor ve absürt ya da adına kara mizah denilen türün nasıl etkili ortaya konulabileceğini düşündürtüyor neyse ki.

TUZA DÖNÜŞEN SADECE KAİDE DEĞİL

Hem ulusal hem de uluslararası yarışmada yer alan Tuzdan Kaide, Burak Çevik’in ilk uzun metraj filmi. Tuzdan Kaide sadece kadınların yer aldığı bir film olarak dikkat çekiyor. Zamanda asılı kalmış bir kadının mağara gibi bir yerde uyanışından sonra ikizini arama hikâyesini izliyoruz. Kadın bir seraya, ardından TV tamircisine, kuş satan bir dükkâna gidip ikizini görüp görmediklerini soruyor. Her gittiği yerden kız kardeşinin yıllar önce orayı terk ettiği cevabını alıyor. Ona göreyse ikizi onda kaçıyor ve küçük bir oyun oynuyor. Daha sonra kadın, kız kardeşini bulduğunda ise kendisinden çok daha yaşlı ve ölmekte olan birini görüyor karşısında. Kız kardeşi yaşlıdır ama o zamanda asılı kalmış, bir zamanlar Lut’un karısı gibi “bakmaması gereken yöne döndüğü için” lanetlenip tuzdan bir kaideye dönüşmüştür adeta.

Burak Çevik 70 dakikalık filmde bir yanı karanlık bir yanı masalsı bir film denemesi yapıyor. Türkiye sinemasında çok da denememiş şeyler yaptığı bir gerçek. Ama bu denemeyi tam layıkıyla ortaya koyup koymadığı tartışılır. Kendine güvenen ve hikâyesi olan bir yönetmenin biçim, içerik ve yer yer de oyuncu yönetimi açısından bu bütünlüğü ortaya koyamaması filmi enteresan ama derdini anlatamayan bir noktaya koyuyor. Özellikle bazı sahnelerde yaşanan teknik arızaya dayalı sesin kötü oluşu bu toplam yetersizliğin üzerine tuz ekiyor.

YOL KENARINDA BİR MEHDİ…

Yine ulusal yarışmada yer alan Tayfun Pirselimoğlu’nun “Yol Kenarı” da gerçekliği bir tarafa koyup daha masalsı bir söyleme kayanlardan. Ki önceki filmleri düşünüldüğünde bu ona çok da uzak bir tarz değil. Pirselimoğlu’nun Yol Kenarı’nda Tuzdan Kaide ve Put Şeylere göre derdinin daha anlaşılır ortaya koyduğunu söylemek gerekli.

Tamamı siyah beyaz olan film, garip bir sahil kasabasında yaşanan tuhaf olayları anlatıyor. Kasaba açıklarına gelen bir gemiyle “dünyanın sonunun geldiğine” inanan ve hiçbir şey bilmediği halde içinde büyüttüğü “şüphe” ile kötü bir şeylerin yaklaştığını var sayan insanlar… Tuhaf ölümler, yangınlar ve sessiz bir cinnet hali.

Yol Kenarı, ortak bir paranoya ve tevatürün nasıl toplumsal bir korkuya dönüştüğünün başarılı bir yansıması. Bir karakterde değil de topluca kıyametin kıyısına gelmiş yalnız bir kasaba tarif ediyor yönetmen. Olağandışı şeylerin varlığına kendini ikna etmiş bir kasabada yaşananları anlamaya çalışan ve oraya dışarıdan gelen bir adamın Mehdi ilan edilmesi de cabası.

Pirselimoğlu, bir röportajında karakterlerinin karamsarlığı üzerine sorulan soruya “Dibi bulmadan huzura kavuşamayacağız” diyor. Pirselimoğlu ölüm, vicdan ve yalnızlık temalarıyla yaptığı “Rıza”, “Pus”, “Saç” üçlemesinden sonra bu defa ölümle birlikte korkunun ve belirsizliğin esir aldığı bir kasabayı anlatıyor. Ölümle yaşamı sorgulayan, çoğu kez beylik laflar eden karakterler karşısına “anlamadım” diyen öteki karakterleri de koymayı ihmal etmeden. Yol Kenarı, onca karanlık, uğultulu ve evrensel görünen hikâyesinin bazı yerlerine koyduğu ipuçlarıyla çok da uzakları anlatmadığının da işaret ediyor. TV’lerdeki tüm karıncalı ekranlarda beliren erkek siluetini “Vatan” “Millet” yazan 2 billboardın ortasında görünce bu topraklardan çok da uzaklaşmadığımızı anlıyoruz.

Festivalin yarışma seçkisindeki tek kara mizah, alegorik anlatım ya da fantastik öğeler taşıyan filmleri bunlar değil. Belki bu yıl tesadüfi bir tür benzerliği olsa da festivallere getirilen birçok kısıtlama ve “korku” ile bu türün Türkiye’de meramı anlatmak için daha sık kullanılabileceği günleri yakın zamanda görecek gibiyiz…