Karanlığın üzerine yürüyenlerin hikâyesi

Siz hiç gördünüz mü Zendura dağlarındaki gibi yaşama sevdalı insanları... Böylesine yiğitlere şahit olmuş mudur yer ve gök... Şafak vaktinden kan kızılı göklere kadar yangınların içinde, yaşama tutkuyla bağlanan canları duydunuz mu?

Evren, her şeyden önce büyük bir azim ve iradeyle kendi doğumunu gerçekleştirir. Dağlar, okyanus ve denizler, binbir çeşit çiçek ve ağaçlar, hepsi insandan önce, evrendeki var oluşunu tamamlamak için bin yıllarca, ne de büyük sancılara gebe olmuştu. Sonunda var oluş gerçekleşti. Rüzgar, dağ ve taşlar, hiç durmadan akan sular ve bu varoluşun değerini bilen hayvanlar. Bu kadar sancılı geçen zamanın ardından doğa da artık yeni bir oluşa gebeydi. Şimşekler çarpıyor, okyanus dalgaları önüne gelen her şeyi derin sularına çekiyor, yer gök inliyor adeta.

Ve sonra insan. Doğa anadan doğan insan. Varlığı, doğanın rengine renk katacak, milyonlarca yıl yaşayarak kendini tanımaya başlayacak, aslında bu oluşumda güzel bir renk olacaktı. Aslında oldu da. Doğa ananın bağrından geldikten sonra ana tanrıçanın yaşam dersleriyle kendini, varoluşun tüm hakikatini tanımaya başlamıştı. Fakat bir zaman sonra yine aynı insan, dağların eteklerinde korunan, derin vadilerden akan soğuk sudan yudumlayan, ağaç dallarından kendine sıcak bir yuva yapan aynı insan, evrende sadece küçük bir parçacık olduğunu çok sonraları unutacak ve doğuş mekanlarını hatırlamayacaktı. Doğuş yeri ki; güneşin sıcaklığının toprağa büyük bir bereket verdiği, ışınlarıyla beraber akan suların ihtişamı olduğu, doğanın muhteşem renklerinin bir arada olduğu mekanlar. Öyle ki bu topraklarda yaşayanlar cennet demişlerdir bu güzelliğe. Taşıyla, suyuyla, toprağı ve dağlarıyla gören gözleri şaşkına çeviren, yüreklere derman olan yerler.

 İlk büyük sancıdan sonra var olmayı başaran doğa, tüm bu güzelliklerini yine bağrında büyüttüğü insanlara verdikçe aslında kendini tanıyacağına inanıyordu. Ve Altın Hilal’de başlıyor insanlığın büyük yolculuğu. Önceleri sıcaklığıyla ısındıkları güneşe, gecenin karanlığında bir tutam ışık olan dolunaya, suyundan içtikleri göllere ve daha birçok güzelliğe taparcasına bağlı yaşarlar. Yaşadıkça uzun yollardan, yalçın dağlardan geçer, milyonlarca yıl devam eden yaşam serüveninde geldiği kaynağı hatırlayarak devam eder yolculuğuna.

 Ve sonra soğuk bir rüzgar, yeri göğü inleten şimşekler, su gibi akıp geçen zamandan almaya başlar hatıraları. İnsan, nereden geldiğini, varoluş sürecinde yaşadığı sancıları, doğanın bağrından geldiğini, Altın Hilal’de yola başladığını unutmaya başladıkça dağlardan ses gelmez, güzel çiçekler açmaz, karanlık aydınlıkla buluşamaz olmuştu. Çünkü bağrında büyüttüğü insandan almıştı en büyük acılarını. Doğuş anında yaşadığı sancılardan daha büyük bir acıydı bu. Ve kendini tanıyarak güzelliklere anlam katacağını beklediği insan, bir bir almaya, yıkmaya başlamıştı.

YÜREK VE RUHTA BİR OLANLARIN SONSUZ ZAMANI

Ve bu karanlığı parçalayacak yeni bir doğuşa hazırlanıyordu evren. Kuruyan ağaçlara yeni filizlerle heyecan verecek, dağlardaki suskunluğu yıkacak, doğduğu topraklarda arayacaktı özünü. Tıpkı ‘Güneş’ gibi. Zamanı geldi ve ‘Bitmedi, sürüyor bu kavga ve sürecek’  diyerek, dağlara sevdalı insanlarla beraber başladı bu yolculuk. Onlar, güneşin bitmez ışıklarından güç alan, dağların heybetiyle yoldaş olan, uçan kuşların kanadında hayallerini evrenin her bir köşesine ulaştıran ve insanlığın doğduğu topraklarda sonsuzluğun sırrına ereceklerini bilen dağ gibi yürekli, yıldırım gibi çarptığında şoke eden, rüzgar gibi asi gerillalar. Nereden geldiğini bildiği için bu toprakları kendini feda edecek kadar koruyan, İsa’nın havarileri misali 21. yüzyılın Dervêşleridir gerillalar.

ZAMAN DEĞİL, İNSAN ACIMASIZDIR

Varoluşun tüm güzelliklerini bitirmeyi amaçlayanlardı insanlığını unutmuş olanlar. Bazen Hitler, bazen Mussolini, bazen de Franko gibi şekil değiştirirler sadece. Şimdi Erdoğan ve daha onlarcasının suretiyle tarihin en karanlık sayfalarında yer ediniyorlar. Ama unuttukları bir şey var: İnsanlık hiçbir zaman ayrı düşmez doğadan. Onun gibi özgür, tıpkı dağlar gibi hırçındır. Bu yüzdendir ki karanlıklar ne kadar çok olsa da Güneş hep doğmuştur. Dağları mesken edinenler hep direnerek ulaşmışlardır yaşamın kaynağına. Şimdi, tarihin bu demlerinde ölümü, yıkımı getiren, karanlıklarda kendilerini korumaya çalışanlar karşısında, binlerce kez kendini feda etmeye hazır Kürdistan gerillaları, dağ doruklarında karşılıyor ateş toplarını.

DAĞ YÜREKLİ SAVAŞÇILARIN BİTMEYEN CESARETLERİ

Tarih 23 Nisan gecesi. Gökyüzünden yağmur yerine yağan bombalar yeri göğü inletiyor adeta. Mavi gökyüzü tıpkı bir ateş topunu andırıyor. Sınır karakollarından durmaksızın Zendura dorukları bombalanıyor ve yetmiyor onlarca kez uçaklarla Zendura, Koordine ve Derarê alanları bombalanıyor. Doğa, dağlar, taşlar ve tüm canlılar birbirine kenetlenmiş ve gerillayı bağrına basmış gibi. Gece yarısına kadar devam eden hava saldırılarından sonra belki de binlerce ağaç yanıp kül oldu, yalçın kayalıklarda bir daha kapanmayacak yaralar açıldı ve yeni bir dönemi başlatacak gerilla direnişi işte tarihin bu demlerinde başlıyordu. Bu direniş ki üzerine destanlar yazılacak, ağıtlar yakılacak, dilden dile dolaşacak.

HER AN DİRENİŞLE GEÇECEK ZAMAN BAŞLIYOR

23 Nisan gecesi işgalci Türk ordusu iştahı kabarmış bir cellat gibi Kürdistan dağlarına girmeyi umuyordu. Kürdistan topraklarında işgal ettiği yerlerde karakollar yapıyor ve bu ülkenin yiğit çocuklarına karşı savaşıyor. Kürdistan'ı parçaladıkları sınır karakollarından Metina alanına yoğun bir şekilde aralıksız top atışları yapıyor. ‘NATO’nun büyük ordusu’ diye geçinen işgalci Türk ordusu böylece sonunu getirecek savaşı Başûrê Kurdistan dağlarında, Zap, Metina ve Avaşin de başlatmış oldu. Türk ordusunu ifade edersek eğer; paralı askerleriyle, tekniğiyle, topladığı, eğittiği çete güçleriyle sonuç almaya çalışan, ipleri kimin elinde belli olmayan bir devlete bağlı, sözde ‘en büyük NATO ordusu’ diyebiliriz. Gerillanın yılmaz, bitmez iradesine, gücüne karşı savaş açan Türk devleti Metina’nın tüm dağlarını, Zendura, Derarê, Koordine, Tepe Hakkari yi bombalamaya devam ediyor. Yapılan indirmelere ilk darbeyi Şehit Delal Hava Savunma Kuvvetleri vuruyor ve eylemler başlıyor.

CENGA XABUR İLE ADIM ADIM TARİHİ DİRENİŞE

Cenga Xabur, çünkü Xabur gibi asi ve hırçındır, bitmez bir kaynaktan alır gücünü gerilla. Ve bir şahin gibi, takip edilen düşman hedefleri bir bir vurulmaya başlıyor. "Burası Kürdistan, buraya giriş var, çıkış yok, işgalcilere geçit yok" iddiasıyla her bir gerilla yoğun bir hareketlilik içinde. Bu savaş daha en başta farkını ortaya koyuyor. Zap, Metina ve Avaşin bir olmuş, işgalci Türk ordusuna nefes aldırmıyor adeta. Gerillanın birlikteliği, ruh bütünlüğü ve kararlılığı bu olsa gerek. Bu yüzden gerilla hep bitmeyen bir Ceng’in içinde. Ve şimdi Cenga Xabur işgalci Türk ordusunun korkulu rüyası olmaya başlıyor.
Sabah saatlerinde düşman Zendura Tepesi'nde konumlanmaya çalışırken, gerillalar onları takibe alıyor ve namlular konuşmaya başlıyor: Kürdistan dağlarında işgalciler barınamaz. Çatışmalar büyük bir yoğunlukla devam ediyor. Ve bu eylemde beş asker öldürülüyor. Neredeyse soluksuz geçen zamanlar. Zendura’da işgalciler nefes alamaz durumda.

İŞGALCİYE GEÇİT YOK

Operasyonun ilk gününden bu yana yüzlerce kez bombalandı ve kimyasal silahlar kullanıldı ama gerçek şu ki yıkılmadı. Hâlâ başı göklere kadar uzanıyor ve her gün doğumunda güneşin selamıyla uyanıyor.

 Siz hiç gördünüz mü Zendura dağlarındaki gibi yaşama sevdalı insanları... Böylesine yiğitlere şahit olmuş mudur yer ve gök... Şafak vaktinden kan kızılı göklere kadar yangınların içinde, yaşama tutkuyla bağlanan canları duydunuz mu? Karanlıklardan şafağa ulaşan, barut kokusunun arasından yine nefes alıp vermede kararlı canları duydunuz mu? Duymadıysanız yaşamıyorsunuzdur demektir! Ateş çemberinin içinde karanlıklarla verilen kavgalardır yeri göğü inleten. Bir film sahnesinden bahsetmiyoruz. Bu Kürdistan’ın hakikati, bu topraklarda yaşayan cesur insanların yaşamı gerçek, hakikatin ta kendisi. Filmlerde bile canlandırılamayacak öyle anlar yaşanıyor ki Zendura’nın doruklarında, hayal ederken bile insanın kanını donduracak kadar eşsizdir.

SESİ OLSAYDI DA KONUŞSAYDI ZENDURA

Sesi olsaydı da anlatabilseydi her saniyeyi, her dakika ve her günü. Karanlık tünellerin içinde yeşeren umut ışığını anlatabilseydi. Her biri varoluşun sırrına erişmiş olan bu yiğit canları bağrında koruyup kollamaya devam ederken; Mamreşo’yu, Werxelê, Arisfaris ve Küçük Cilo’yu hatırlıyor ve ne olursa olsun yenilmeme, zaferle göğün bağrına ulaşma sözünü tekrar tekrar veriyor Zendura’nın asi kayalıkları. Çünkü dağlar kadar, göklerin mavisi, yıldızların ihtişamı, güneşin aydınlatıcı gücü kadar, zirvelerinde yeşeren dağ çiçekleri kadar, sonsuzluk kadar seviyor onu korumak için canlarını feda edenleri. O kim mi? O, zirveleri hep bembeyaz karlarla kaplı, dorukları yıldızlara erişen, kartal ve şahinlerin hep yuva yaptığı, yağan yağmurun vadilerinde birleştiği, gören herkesi kendine aşık eden, bitmeyen direnişlere şahit olan, bağrında yiğitleri koruyan, bir anne gibi kendini yağan bombaların önünde siper eden, Zendura.
Bu, gerçek aşk değil de nedir?