Çiçek: Kürt meselesi kirli ilişkileri örtmek için kullanıldı

Türk devletinin Kürt meselesini kirli ilişkileri örtmek için kullandığını söyleyen HDP MYK Üyesi Cengiz Çiçek, ortak siyasal mücadele ile demokratik çıkışı sağlamak gerektiğine dikkat çekti.

Halkların Demokrat Partisi (HDP) MYK Üyesi Avukat Cengiz Çiçek, AKP-MHP iktidarı ve Türk yargısının Kürt siyasetine ilişkin saldırılarına dair ANF'nin sorularını yanıtladı...

Kürt meselesindeki çözümsüzlüğün sadece Türkiye’nin uluslararası sisteme bağımlılığını arttırmadığını belirten Çiçek, “Mafyalaşan devlet, devletleşen mafyanın bütün kirli ilişkilerinin örtücülüğünün aracısı kılındı” dedi.

Söz konusu Kürt siyaseti ve devrimci demokrat bir mücadele olduğunda iktidar ve yargı ilişkisinin kendini tekrar eden bir durumda olduğunu ifade eden Çiçek, Şêx Sait ve arkadaşlarının idamından 83 yaşında bugün hâlâ cezaevinde tutulan ağır hasta tutsak Mehmet Emin Özkan’a kadar Kürtlere dönük saldırılara değindi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın devlet-mafya ilişkisi için yaptığı ‘Kirli Savaş’ tespitini hatırlatan Çiçek, Kürt meselesinin kirli ilişkileri örtmek için kullanıldığını söyledi. Av. Çiçek, faşist Türk İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, faili meçhul cinayetlerin ve sistematik işkencenin bu dönemde bittiği iddiasını ise "Sadece yöntemler değişti ama hedef değişmedi" diyerek ve Şenyaşar Ailesi ile helikopterden atılmalar örneğini vererek yanıtladı.

Kobanê Davası’nda iktidarın Kürt siyasetine olan bakışı ortada. Sizin parti olarak açıklamalarınız ve duruşmaya rehin olarak katılan HDP’lilerin tavrına göre ise HDP yargılayan ve hesap soran bir hattı izliyor. İktidar ve yargı ilişkisini dikkate aldığınızda nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

İktidar ve yargı ilişkisi esasında Kürt siyaseti ve devrimci-demokrat mücadele söz konusu olduğunda devletin süregelen genel davranışı hiç değişmedi. Yani günceldeki durum, AKP-MHP iktidarının nev-i şahsına münhasır bir durum değil. İstiklal mahkemeleri, devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler ve bugünün mahkemelerine bir bütün göz attığımızda işlevi aynı olan ve kendisini tekrar eden bir durum var. Cumhuriyetin kuruluş kodlarına uygun bir işlev kazandırılan ve yeni bir ulus inşasında stratejik bir görev verilen yargının, bütün bu hedeflerin yürütücülerinden, doğal olarak iktidarlardan bağımsız olmasını beklemek sukutuhayaldir. Esasında Türk yargısı, yeni bir ulus ve onun ideolojisinin inşasının aracısı kılınırken, bu görevi bugün de devam etmektedir. 20’ler olarak bilinen Paramaz ve arkadaşlarının idam edilmesinden Şêx Sait ve arkadaşlarının idamına; Seyit Rıza'lardan Denizler'e ve yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’den 83 yaşında olmasına rağmen hapishanede fiili idama mahkum edilen M. Emin Özkan’a kadar tarihsel süreklilik içerisinde ve şaşmaz bir şekilde kendisini var eden bu siyasete soykırım siyaseti demek yerinde bir tespit olacaktır. Hedef nettir; biçimi, yöntemi ve estetiği ne olursa olsun tüm farklı kimlikler, kültürler ve düşünceler yok edilecektir. Adının mahkeme olması onun insanlığa karşı suç işlemediği anlamına da gelmeyecektir.

‘ASIL YARGILAYAN BİZ OLACAĞIZ'

Kobanê davası da özünde IŞİD’in soykırım saldırılarına geçit vermeyen Kürt halkının ve onun şahsında bütün direnen kültürlerin ve kimliklerin mahkemeler eliyle cezalandırılmak istenmesidir. Peki kendi varlıklarını adeta soykırım ordusu haline gelmiş bir çete karşısında savunmaya çalışanlara “ceza” istemek ne anlama gelmektedir? Bu sorunun bir cevabı vardır: “Soykırım doğrudur, bunun karşısında direnmek yanlıştır, suçtur!” Dolayısıyla Kobanê Davası soykırım siyasetini destekleyenlerle Büyük İnsanlık siyasetini destekleyenler arasında seyreden bir davadır. Yaşamı savunanlar elbette dün olduğu gibi bugün de yargılayanlar olacaktır, gerisi laf-ı güzaftır. Buradan hareketle tarihten günümüze Kobanê Davası ve benzeri tüm dava zeminleri, iki karşıt ideolojinin ve bunların temsilcilerinin karşı karşıya geldiği bir politik mücadele zeminidir de. Şüphesiz bu bakış açısı, hukuk savunuculuğunu reddetmez, ancak hukuku siyasal zeminde değerlendirir. Bu okumalar, karşı koyuşlar ve karşı karşıya gelişler, günümüz sınıflı toplumlar dünyasında olmazsa olmazdır. Tüm açıklamalarımızda “Biz yargılayacağız!” derken de kastedilen bu tarihsel mücadele bilincimiz ve bakış açımızdır. O nedenle davanın sonucu ne olursa olsun asıl yargılayanlar bizler ve tarih olacaktır.

İktidar, Kürtlere ve tüm bileşenleriyle HDP’ye saldırarak, toplumu nasıl etkiliyor; nelerin üzerini örtüyor ve sizce bunda başarılı olabiliyor mu?

Bahsettiğiniz örtme ya da manipüle siyaseti de salt mevcut iktidara ait bir özellik değil. Kuruluş kodlarını yüz yılını da devirmek üzereyken terk etmeyen, kendisini bu kodların izdüşümünden besleyerek güncellemeye ve ayakta tutmaya çalışan bir devlet gerçeğinden bahsediyoruz. AKP-MHP iktidarının bugünkü politikaları kendisinden öncekilerden çok mu farklı? Kimi yol ve yöntemler dışında elbette hayır. “Ulusal kurtuluş destanı” ve onun iç-dış düşman söylemleri üzerinden kendisini inşa eden Kemalist politikayla, bugünün koşullarında yeni bir ulusal destan yazmak için içerde dışarıda savaş ipine sarılan Erdoğanist politika arasında ne fark olabilir ki? Olsa olsa bugünün muktedirleri, düne kadar iç düşman olarak kodlanan Kürtleri artık dış düşman olarak görüp işgal girişimlerini Güney Kürdistan ve Rojava Kürdistan’ına kadar yaygınlaştırmasında olduğu gibi yeni niteliksel durumlara imza atmaktadır. Beyaz Türkçülükten Yeşil Türkçülüğe; Türkçülük adı altında ortaya konan her şey, hakikatlerin ve gerçeklerin örtücülüğünden başka bir işleve sahip değil. Doğal olarak tarihsel seyri içinde Türkçülük, yeni ulus devlet inşasının ideolojik kodlarını oluştururken, bu inşa sürecinin önündeki en büyük engellerden olarak görülen Kürt ve Kürdistan sorunu ve demokratik-devrimci muhalefet de başlıca hedeflerden birisi olmaktan kurtulamayacaktı. Şaki, eşkıya, terörist, bölücü gibi sıfatlandırmalar bir bütün olarak Cumhuriyet tarihi boyunca bütün iktidarların sığındıkları argümanlar oldular. Halkların varoluş sorunu ve demokrasi taleplerinin böylesine kavramlarla şeytanlaştırıldığı ve süreklileştirildiği bu ortam, yıllar içerisinde iktidarların yönetim kimliği haline dönüştü. Önceleri yeni ulus inşasında varlığı doğrudan hedeflenen ve türlü katliam, soykırım ve sömürgeci politikaların hedefinde olan başta Kürtlük olmak üzere tüm farklı kimlikler ve ideolojiler, zaman içerisinde iktidarlar lehine bir toplumsal rıza üretim aracı olarak bir devlet yönetimi tekniğinin konusu oldu. Kirli savaş, Gladio ya da JİTEM olarak da adlandırılacak bu yıllar içerisinde siyaset kurumu ve devlet içindeki güç dengelerinde de ciddi değişimler yaşandı. Devletin geleneksel kodlarında kayda değer değişimler olmasa da yönetim teknikleri açısından uzmanlaşma ve güç dengeleri arasında ciddi kaymalar yaşandı.

Bahsettiğiniz değişim sürecinde Kürt sorunu nereye oturuyor, ya da Kürt sorununun payı ne?

Bu anlayışın özellikle Kürt halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı yürüttüğü savaş siyaseti, zaman içerisinde bu uzmanlaşma, güç kayması ve yönetim tekniğini daha da derinleştirdi. Kürt meselesinin çözümsüzlüğü, bir taraftan iktidarların devrilmesiyle, kimi siyasi liderlerin ve askerlerin ölümleriyle sonuçlanırken tüm bu devlet-iktidar içi komploculuklar, kirlilikler ve hukuk dışılıklar, topluma salınmaya, topluma sirayet etmeye başladı. “Balık baştan kokar” misali yıllar içerisinde yaşananlar sonucunda devlet içi nizam toplumsal nizam haline; olağanüstü rejim olağan rejim haline ve istisna da kural haline geldi. Gelinen aşamada Kürt meselesinin çözümsüzlüğü, Türkiye’nin sadece uluslararası sisteme siyasal ve ekonomik bağımlılığını derinleştirmedi. Yanı sıra demokratik çözümünü bulamamış Kürt meselesi, mafyalaşan devlet-devletleşen mafyanın bütün kirli ilişkilerinin örtücülüğünün aracısı kılındı.

‘KİRLİ SAVAŞ’

Abdullah Öcalan yıllar öncesinden “Kirli Savaş” tespitini tam da bu gerçekten yola çıkarak yapmıştı. Abdullah Öcalan’ın düşüncesine göre Kürt meselesinin demokratik çözümü, artık sadece Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı haklarının tesisi için gerekli değildi. Aynı zamanda doğrudan bir devlet yönetim tekniği, biçimi haline gelen “Kürt meselesini çözümsüz kıl, toplumu bu çözümsüzlük girdabında teslim al!” politikasını boşa çıkarmak içindi. Bu duruma bir dur denilmedikçe ve bu oyunlar boşa çıkarılmadıkça bürokrasideki ve siyasetteki kirlenme düzeyi, her geçen gün derinleşmekte ve bu kirlenme sadece buralarla sınırlı kalmamakta tüm toplumu sadece ekonomik ve siyasal olarak değil, kültürel ve sosyal olarak da çürüten, çoraklaştıran bir süreci örgütlemektedir. HDP’nin başlı başına kendi varoluşu da esasında bu kirlenmeye, rantçılığa, çürümüşlüğe ve kültürel çoraklaşmaya karşıtlık ihtiva etmektedir ki o nedenle sürekli hedef altındadır. İşte o nedenle HDP ve Kürt siyasal hareketi, iktidar içi güç savaşlarında yıprandıkça soluğu Şırnak’ta, Hakkâri’de alan İçişleri Bakanı’nın ve onun gibilerinin hedefindedir. “Kürde vur, iktidarını kur” olarak da tariflenecek mevcut iktidar tekniğinin ve zihniyetinin boşa çıkarılmasının tek yolu var: Kürt meselesini Türkiyeli örgütlerin ve halkların meselesi haline daha fazla getirmek. Son yıllarda üstüne fazlasıyla spekülasyon yapılan Türkiyelileşmenin en önemli boyutlarından birisi de Kürt meselesinin, Türkiye halklarının da öz meselesi haline getirilmesidir. Bu bağlamda Kürtlerin Türkiyelileşmesinden ziyade Türklerin Kürdistanileşmesi; Kürt meselesinin demokratik çözümüne doğrudan taraf olmaları, bütün bu kirli oyunların boşa çıkarılmasında tarihsel önemdedir. En net ifadesiyle Kürt meselesinin çözümsüzlüğü, devleti yönetenlerin rant, zenginleşme ve konfor içinde yaşaması demektir. Demokratik çözüm ise Türkiye halklarının demokrasisi, özgürlüğü, adaleti ve refahı demektir. Bu çözüm aklını ve ferasetini hep birlikte göstermek zorundayız.

Kobanê Davası bir süre daha sürecek. Bu arada devlet bağlantılı çete yöneticisi Sedat Peker’in ifşaları gündemdeki yerini koruyacağa benziyor. Bu konuda ne dersiniz?

Evet, belki de devlet teorisi üzerine kimi tartışmalar yürütmek de bu bağlamda elzem haline geliyor. Bu tartışmalar, özelde de TC devleti için önem kazanıyor. Devlet içinde çete mi, devletin kendisi çete mi? Ya da mafya, çete gibi oluşumları sanki devletin kendi bütünlüğünden kopmuş, özerkleşmiş yapılar gibi mi kodlayacağız, yoksa bu tür oluşumların devletin kendisi olduğu ya da devlet zaten bu tür yöntemleri kullanarak günümüze kadar kendisini var etti mi diyeceğiz? Ermeni, Pontus, Kürt katliamları ve daha nicelerine göz attığımızda günümüze kadar ortaya çıkan sistematik katliamların, yerinden etmelerin, faili meçhullerin, köy boşaltmaların vs. tüm yaşananların faillerinin devlet içerisine çöreklenmiş bir yapının devletin yönetim anlayışından sapmasının bir sonucu olarak yaşandığını elbette söyleyemeyiz. Tarihten günümüze yaşananlar ve bugün devlet-mafya-çete ilişkisi bağlamındaki tartışmaları, “kötü adamların” devleti kendisine mahkûm etmesi ya da devlete kötülüğü olarak yorumlayamayız. Bilakis devletin kuruluş kodlarında var olan kötülük düzeninin zaman içerisinde kendisini daha profesyonel ve operasyonel bir kötülük düzeyine ulaştırdığından bahsedebiliriz. Son günlerdeki tartışmalar üzerine '90’lı yılların ortalarında verdiği demeçler yeniden gündeme gelen Hüseyin Baybaşin’in değimiyle “Devlet içinde çeteler yok. Bizzat devletin kendisi bu.” Bir başka ifadesinde Baybaşin şunları belirtir, “devlet biz uyuşturucu işinde olduğumuzda bizi kolluyordu, koruyordu. Ne zamanki bu işi yapmak istemediğimizi söyledik, o zaman bizi hedef almaya başladı.”

Buradan çıkan sonuç, devlet adıyla ortaya çıkan organizasyon, siyasal ve ekonomik olarak ayakta kalmak için doğrudan uyuşturucu ticareti ve siyasal cinayetleri örgütleyen bir konumda. Bu elbette ki sadece TC devletine has bir durum değil. Ve o yüzdendir ki uyuşturucu ticareti çökertilmiyor ve yine o nedenledir ki siyasal cinayetlerin ya da katliamların büyük bir bölümü “faili meçhul” kalıyor. İşte bu devlet, kendi kadrolarını, çalışanlarını çark döndükçe kollamak zorunda olduğu gibi, kurduğu düzenin sürdürülmesi için milliyetçi, dinci, cinsiyetçi politikalarına rıza gösteren kitleleri de cezasızlıkla mükâfatlandırıyor. İktidardan topluma “bataklık hikayesi” de buradan doğuyor. Sonuç itibariyle son günlerde adı geçen ifşalar yeni değil; Susurluk komisyonuna verilen ifadeler, özellikle Ayhan Çarkın’ın “fail meçhul” cinayetlerle öldürülenlerin mezar yerlerini göstererek yaptığı itiraflar yer yer Peker’in bahsettiklerinden daha ileri şeylerdi. Peker’in açıklamalarının bu düzeyde ses getirmesinin bir nedeni “içerden bir ses” olmasıyken diğer nedeni de yaklaşık yirmi yıllık iktidarında hep “eski Türkiye” kötülemesi üzerinden kendisini parlatan bir iktidarın hem yöneticilerinin hem de yönetim zihniyetinin “eski Türkiye’den” hiç de farkı olmadığının daha somut görülmesiydi. Devletin geleneksel kodlarının sürekliliğinde bir değişimin olmadığı AKP’li yıllar, ranta, hırsızlığa, şiddete, hukuk dışılığa bulaşmaz denilen siyasal İslam rüyasının son ifşalarla gayri resmi finalinin ya da bitişinin ilanı olarak da değerlendirilebilir. Salt iktidar gücünü elinde bulundurması, tarihsel olarak kaçınılmaz olan bu yenilgiyi engellemeyecektir.

Soylu, faili meçhul cinayetlerin ve sistematik işkencenin bu dönemde bittiğini iddia ediyor. 1970, '80 ve '90’lı yıllarda yaşananlarla bugün yaşananlar arasındaki ilişki ne düzeyde?

Mevcut durumda bu iddiaları dile getirmek demek, iddia sahibinin kendi sıkışmışlığını geçmişe atıf yaparak birilerini de sıkıştırmak gibi bir karşı atak içinde olmasıyla izah edilebilir. Yani “bu bataklıkta bir ben yokum hepiniz oradaydınız” mesajı ya da şantajı olarak da okunabilir Soylu’nun açıklamaları. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın son grup konuşması da bu şantaj ya da üstü örtülü tehdidin işe yaradığının göstergesi. Öte yandan son günlerdeki karşılıklı açıklamalar, devlet denilen düzeneğin, salt bireylerin kötülüğüne değil; ranta, sömürüye dayalı bir ideolojinin kötülüğü üzerinden şekillendiğini göstermesi açısından da tarihsel itiraf niteliğinde. Yoksa dün özgür basına müdahale edildi de bugün edilmiyor mu? Sadece yöntemler değişti ama hedef değişmedi. Gazetelerin tehdit ve şantajla iktidara yakın sermayenin eline geçmesi, tutuklu ve sürgüne gitmek zorunda kalan gazeteciler gerçeği de özünde tarafsız, bağımsız basına, medyaya bir darbe niteliğinde. 90’lı yıllardaki faili meçhuller bugün yerini Şenyaşar ailesinin katledilmesine, helikopterden atılan yurttaşlar gerçeğine bırakmadı mı? Ya da geçmişteki sistematik gözaltı işkencelerini kabul eden Soylu, 83 yaşında ve yaklaşık otuz yıldır tutuklu olan M. Emin Özkan adlı yurttaşın yürümekte bile zorlanırken kelepçeli hastaneye götürülmesini hapishanelerdeki sistematik işkence ya da insan hakları ihlali saymıyor mu? Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak sadece bu örnekler bile göstermektedir ki Soylu, değişen nizama değil değişmeyen nizama ve kolektif suç ortaklığına işaret etmektedir. Bu açıklamalarıyla da iktidar içi güç çekişmesinde pozisyonunu sağlamlaştırmak için hamle yapmaktadır. Ancak bu iktidar içi kavgaların Türk devlet ya da iktidar geleneğinde yeni olmadığını da biliyoruz. Tıpkı Osmanlı’daki “kardeş katli” geleneğinde olduğu gibi kişiler ya da klikler arası her çekişme, kavga, bir iktidar enerjisi üretiyor. Türk devlet geleneği de özünde bu enerjiye dayanıyor. Esasında bugünlerde gözümüzün içine daha fazla sokulan bu çatışma gibi görünen şey aslında bir devlet yönetim geleneğinin devamı olarak da adlandırılabilir. Yoksa buradan bir demokrasi seçeneğinin ortaya çıkmayacağını hepimiz biliyoruz.

Peki demokratik bir seçenek ya da bir çıkış nasıl sağlanabilir?

Bunun da öncelikli koşulunun doğru tespitler etrafında doğru yan yana gelişler, doğru müdahaleler olduğunu unutmamak gerek. Örneğin başta Kürt savaşı olmak üzere demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürütenlerin mücadelelerini tasfiye etmek için üretilen resmi yalanların üzerine ne kadar gidebildik? Kurtlar vadisi geleneğiyle mafyatik ilişkilerin ya da güçlünün her koşulda ayakta kalacağının özendirilmesi sonucunda ortaya çıkan toplumsal mafyalaşmaya ya da zehirlenmeye dair ne diyoruz, ne yapıyoruz? Devletin tepesinde ortaya çıkan ilişkilerin ve yaşam tarzlarının binlerce prototipini kendi gündelik hayatlarımızda görmüyor muyuz? Görmüyorsak ciddi bir mesele, görüyor ve bunun toplumsal zeminini kurutacak toplumsal ve siyasal örgütlenmeler kuramıyorsak bu daha da ciddi bir mesele. Sonuç olarak demokratik çıkış ya da demokratik cumhuriyetin gerçekleştirilmesi için öncelikli olarak kendi yetmezliklerimiz ve hatalarımızla da yüzleşmemiz gerekmektedir. İktidarların işlediği tarihsel suçlara karşı ancak bu yetmezliklerimiz ve hatalarımızdan sıyrılarak daha etkili bir mücadele yürütebiliriz. Bunların başında da Kürt meselesiyle tüm boyutlarıyla yüzleşememek yatmaktadır. Kürt meselesi, sadece Kürt halkıyla ya da Kürt siyasetinin mücadele tarzıyla, taktik ve stratejik yaklaşımlarıyla sınırlı tutulacak, buralardan tartışılacak bir mesele değil. Devletin Kürt meselesi ve benzeri meselelerin çözümsüzlüğü üzerinden kendisini nasıl var ettiği, bu çözümsüzlük zemininin sadece iç iktidar sahiplerince değil dünya sistemi güçlerinin ideolojik çıkarlarının hizmetine nasıl koşturulduğu açıklanmadan temiz toplum, yeni yaşam, eşitlik, adalet, özgürlük gibi önermeler bir iyi niyet temennisi olmaktan öteye gidemeyecektir. O nedenle Abdullah Öcalan yıllar öncesinden şu cümleleri boş yere kurmadı; “Biz Kürt meselesinin çözümü için Türkiye devletiyle savaştığımızı zannederken aslında onun arkasındaki NATO sistemine ve onun Gladio örgütlenmesine karşı savaştığımızı sonradan fark ettik.” Sadece Kürt meselesinin anlaşılması bakımından değil, devletlerarası ilişkilerin ve devletlerin dayandığı güç ilişkilerinin yine devletler dünyası gerçeğini anlatması bakımından aydınlatıcı bir tespit. İşte Türkiye’deki bu devlet yapısının, kendisini uyarlayarak bugünlere nasıl taşırdığını hep birlikte görmek zorundayız. O nedenle Kürt savaşı ve ona bağlı olarak geliştirilen milliyetçi politikaların toplumu kültürel olarak nasıl yozlaştırdığını da görmek ve buna karşı mücadele yürütmek zorundayız. Savaş ekonomisinin yoksullaşma düzeyindeki payını, savaşa her türden lojistiği sağlayan “milli” sermaye gruplarının nasıl palazlandırıldığını, bunların siyasi krizleri nasıl tetiklediğini topluma izah eden, bu bakış açısıyla toplumsal örgütlenmeyi kararlı bir şekilde önüne koyan bir iradenin daha fazla açığa çıkarılması gerekiyor.

Bu mesafeleri kat edemezsek, Ayhan Çarkın '90’lı yıllarda “faili meçhul” mezarların yerlerini gösterse de, Tahir Elçi kameraların önünde katledilse de toplumsal bir infial ve gerçek iktidar krizi ortaya çıkmayacaktır. Toplumsal dinamiklerin açığa çıkmadığı, müdahil olmadığı süreçlerde de tıpkı son günlerde olduğu gibi ortaya iktidar krizi ya da yönetim krizi olarak belirenin, özünde karakteri değişmemiş iktidarın kendi içinde bir restorasyonu, yenilenmesi, tazelenmesiyle sonuçlanacağını kestirmek zor olmasa gerek. Bu durumda ne olacak? Yine sistem, düzenek değil kimi bireyler mahkûm edilecek, yeni değil eski lanetlenecek. Ve bu eskiyi lanetleme hali, güncelde işlenen bütün suçların ve hukuk dışılıkların üstünü örtmenin ve mevcut iktidarın ömrünü uzatmanın en elverişli araçları olacaktır. Özetle tarihsel olarak Topal Osman ile Yeşil arasında; Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in 1923’te, Mardin milletvekili Mehmet Sincar’ın 1993’te katledilmeleri arasında, Sabahattin Ali ile Musa Anter cinayetleri arasında ve nihayetinde avukat Medet Serhat ile Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmeleri arasında sistematik ve işleyen düzen bağlamında hiçbir fark yoktur. Böylesine kendisini tarihsel ve merkezi bir akıl olarak örgütleyen, var eden ve adına devlet denen organizasyona karşı tarihsel, toplumsal merkezli ve ortak bir siyasal mücadeleyle demokratik çıkışın mümkün olacağını ve bunun artık kendisini dayattığını hep birlikte görmek ve hayata geçirmek zorundayız.