Derinlikli Müzakere ve tarihi önemi-Veysi Sarısözen
Derinlikli Müzakere ve tarihi önemi-Veysi Sarısözen
Derinlikli Müzakere ve tarihi önemi-Veysi Sarısözen
AKP hükümeti, bilinçli bir şekilde, İmralı ile sürdürdüğü diyalogun içini boşaltmaya ve görüşmeleri bizzat Öcalan’ın, Kandil’in ve BDP’nin “bozması” için provokasyon üstüne provokasyon yapıyor.
Bir yandan görüşmeler sürerken, diğer yandan Öcalan’ın koşullarında en küçük bir değişiklik olmaması bir provokasyondu. Diğer provokasyon ise, BDP heyetlerine yapılan kaba ve saygısız müdahaleler…BDP Eşbaşkanı Kışanak ve DTK Eşbaşkanı Tuğluk en başta “veto” edildi. Sonra DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk…Ardından Sırrı Süreyya…Ve nihayet, BDP Eşbaşkanı Selattin Demirtaş. Verecekleri ilk “sert mesajdan” sonra, Buldan’ın ve Baluken’in de aynı kaba ve saygısız muameleyle karşılaşacağından şüphe bile edilemez.
Hükümet, bu tutumuyla, Kürt özgürlük hareketinin hiçbir örgütlü gücünü ve bu hareketin Önderliğini, “eşit haklı muhatap” olarak görmediğini ortaya koymuş bulunuyor. Aynı zamanda bu uygulamalar, ortada bir “müzakere” olmadığını da en kör gözlere gösteriyor.
Öcalan, bundan önceki notunda, “görüşmelerin” “müzakereye” dönüşmesini talep etmişti. Dün ise “derinlikli müzakere” talebinde bulundu.
Neden acaba?
Çünkü müzakere, yalnız “çözüm sürecinin” yürütülmesiyle ilgili bir “yöntem” değil.
Müzakere, KCK’nin açıkladığı, “kimlik-dilin tanınması, ana dilde eğitim ve demokratik özerklik” “paketinin” “dördüncü” ve bana sorarsanız, en önemli talebidir. Öcalan da, KCK de, Kürt sorununda çözümün ne olduğunu bilen herkes şunu biliyor: “Bu taleplerin nasıl hayata geçirileceğini eşit haklı muhatapların müzakeresiyle ortaklaşa kararlaştırmak” tüm taleplerin anasıdır.
O nedenle KCK Genel Başkanı Öcalan hükümetin kendisiyle, KCK’yle ve BDP’yle görüşmeden açıkladığı “demokratikleşme paketini” barış ve çözüm süreciyle ilgisi olmayan bir paket olarak tanımladı. KCK aynı nedenle karşı çıktı ve BDP de o nedenle “sert mesajlarla” hükümeti protesto etti.
Geçenlerde Zaman yazarı, Etyen Mahçupyan, Taraf’ta başından beri “çözüm için Öcalan’la, PKK’yle ve BDP’ye müzakereye gerek yok” diyen Emre Uslu’nun “sömürgeci müzakere” anlayışına sahıp çıktı. Şöyle dedi:
“Son KCK metni Kürt siyasetinin üç talebi olarak anayasal tanımlanma, özyönetim ve anadili vurgularken buradan ‘müzakere' kavramına geliyor. İyi de, bu üç talebin karşılanması için müzakereye niye gerek olsun? Eğer Meclis veya hükümet bu yöndeki adımları atarsa, PKK ‘bizle müzakere edilmedi' diye hakları ret mi edecek?”
Bu yaklaşım, Hükümet’in de yaklaşımıdır. Hükümet, Öcalan ve Kürt özgürlük hareketi tarafından ortaya konan bütün talepleri, kendi başına hazırladığı “paketlerle” “işte verdik, daha ne istiyorsunuz” diyerek reddediyor. İmralı “görüşmelerini” de, bu kurnaz taktiği “perdelemek” amacıyla kullanıyor. Başdanışman her yazısında, “bizim paketimizi reddeden BDP ve PKK kendi tabanından kopar” diye yazıyor.
Bu taktiği çürütmenin yolu, “müzakere”nin ne olduğunu bilince çıkartmaya bağlıdır.
“Müzakere”, Kürt halkının, kendi temsilcileriyle, kendisi hakkında verilecek kararlara eşit haklı olarak katılmasıdır. Hükümet, “müzakeresiz” olarak hangi talebi kabul etmek zorunda kalırsa kalsın, ağzıyla kuş tutsa, kabul ettiği “taleplere” demokratik bir içerik kazandıramaz. Kürt halkının kendisi hakkında alınan kararları, müzakeresiz bir şekilde kabul etmesi söz konusu bile olamaz.
Çünkü, müzakereyle alınmış bir gramlık hak, müzakeresiz “ihsan edilmiş” bir ton haktan bin megaton daha değerlidir.
Müzakere demek, bir halkın varlığını ve davasını kayıtsız şartsız kabul etmek demektir.
Bu bir kere kabul edildikten sonra, “kimlik ve dilin nasıl tanınacağı”, “ana dilde eğitimin nasıl yapılacağı”, “demokratik özerkliğin nasıl inşa edileceği”, iki eşit muhatap arasındaki “müzakere” sürecinde birlikte kararlaştırılacaktır. Mahçupyan ve benzerlerinin anlamadığı şudur: Kimlik ve dili tanımanın, ana dilde eğitimi ve özerkliği hayata geçirmenin bin bir çeşit somut biçimi, yasal ifadesi ve idari yapılandırması vardır. Bunların tümü Kürtlerin hayatıyla ilgilidir ve bu binbir çeşit biçim, ifade ve yapılanmadan hangisinin tercih edileceğinde, Kürtlerin söz ve karar alma hakkı tanınmadığı zaman, hangi paket yapılırsa yapılsın bu paketler demokratik olmazlar. Kendi yaşamlarıyla ilgili söz ve karar hakkı tanınmayan bir halka “lütuf” olarak verilen her hak, aynı şekilde o halkın iradesine rağmen geri alınır.
Halk, “kimlik ve dilini, ana dilde eğitim hakkını ve demokratik özerkliği” neden talep ediyor? Bunları “süs” olsun diye talep etmiyor; bunları, kendi topraklarında kendi özgür iradesiyle, istediği temsilcileri seçebilmek için istiyor.
Şimdi Türklere soralım: Eğer Britanya ve galipler, Lozan’da İnönü delegasyonunu kabul etmeseydiler, kendi başlarına Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını, “şimdi olduğu gibi”, hatta belki biraz daha “geniş” olarak “müzakeresiz” bir şekilde çizseydiler, buna karşılık, bu Cumhuriyet’in başına Mustafa Kemal ve partisini değil de, Lyod George’u, ya da Venizelos’u, bizdeki topçuları Türk yaptıkları gibi, “Türk kılığına” sokup, “İtilaf Partisi”nin başına geçirerek Cumhurbaşkanı ilan etseydiler, ne olurdu? Türkler” bu acayip işe ne derdi?
“Sağolsun Britanya bize vatanımızı verdi, Cumhuriyetimizi tanıdı, başımıza da Lyod George ya da Venizelos’u getirdi” diye sevinirler miydi, yoksa “milli mücadele” devam mı ederdi?
Vaktiyle Saddam, Kürtlerin dilini, kimliğini, özerkliğini tanımıştı. Onun tanımadığı tek şey şuydu: Kürtlerin kendi temsilcilerini özgürce seçmesi ve halkın bu temsilciler vasıtasıyla kendisiyle ilgili BAAS rejiminin alacağı tüm kararlara katılması, Kürtlerle ilgili her türlü kararın yine Kürtlerin temsilcileriyle müzakere edilerek ortaklaşa alınması…
Bu temel “talebi” reddettiği içindir ki, Saddamın tanıdığı “kimlik, dil, anadilde eğitim ve özerklik” Irak’ta Kürt sorununun çözülmesini sağlamamıştır. Kağıt üstünde bu haklara sahip Kürt halkı jenositten kurtulamamıştır. Irak deneyimi, Kürt halkının tüm haklarının bir “bütün” olduğunu ve bu hakların bizzat halkın özgür iradesine dayanması gerektiğini göstermiştir. Halkın özgür iradesiyle seçtiği temsilcilerini “yok saymak”, onlarla “müzakere”yi reddetmek, onları “muhatap saymamak”, Kürt halkının diğer tüm hakları verilse bile, bu hakların “içini boşaltır”, “işe yaramaz” hale getirir ve böylece hiçbir özgürlükçü ve demokratik sonuca yol açmaz.
Şu anda Türklerin kimlikleri ve dilleri, ana dilde eğitim hakları ve bırakalım “özerkliği”, bağımsız devletleri anayasal bir “statü”dür. Bu haklara ve statüye rağmen, Türkler hala neden “demokrasi” diye bağırıyorlarsa, Kürtler de o nedenle, yalnız “dil, kimlik, ana dilde eğitim ve özerklik” demekle kalmıyorlar, “müzakere” diye bağırıyorlar, yani “özerk Kürdistan’da demokrasi” demiş oluyorlar.
Bir an düşünün: AKP hükümeti, kendi başına, müzakere etmeden, Kürtlerin “kimliğini,dilini, ana dilde eğitim hakkını kabul ediyor ve Kürdistan’da özerklik ilan ediyor; sonra bölgeyi ordusu ve polisiyle işgal ederek, Özerk Bölge Başkanlığına Hüseyin Çelik’i, ‘gerillanın” komutanlığına da Mehmet Metiner’i atıyor…
Bu absürd durum şu gerçeği anlamaya yardım ediyor: “Kimlik, dil, ana dilde eğitim ve özerklik” hakkı, bu hakların tanınma ve hayata geçirilme sürecinde Kürt halkının temsilcilerini “tanıma”, onları “eşit haklı muhatap sayma” ve onlarla “müzakere” etme talebinden ayrılamaz… "Derinlikli müzakere" çözümün "anahtar" kavramıdır...