Güneş: Özgürlük anlamaktır, anlamak da uygulamaktır

PAJK Koordinasyon Üyesi Şimal Ülkem Güneş, özgürlük kavramının çarpıtıldığını belirtirken, "Özgürlük anlamaktır, anlamak uygulamaktır" dedi. Güneş, kadınların en temel sorununun özgürlük olduğunu söyledi.

Jin TV’de yayımlanan, Arjin Baysal'ın sunduğu Xwebun programına katılan PAJK Koordinasyon Üyesi Şimal Ülkem Güneş, özgürlük kavramını ve tarihte ilk olarak nasıl kullanıldığını, bunun yanı sıra mitolojide, felsefede ve dinde özgürlüğün nasıl ele alındığını değerlendirdi.

Özgürlük sorununu iki bölümde ele alan Ülkem Güneş, birinci bölümde; "özgürlük" ve "evrendeki tüm canlılarla ilişkisi" başlıklarını ele aldı.

 PAJK Koordinasyon Üyesi Şimal Ülkem Güneş’in değerlendirmeleri şöyle:

'ÖZGÜRLÜK HER CANLININ DOĞAL YAPISINA GÖRE YAŞAYABİLMESİDİR'

"Bu çok önemli bir konudur. Tüm varlıkların, doğanın, evrenin, insanın, özellikle de kadınların temel sorunu özgürlüktür. Tabii biz özgürlük için mücadele eden gerillalar için de öyledir. Onun için hareket olarak bizler özgürlük kavramı üzerinde özellikle durmaktayız. Belki insan ilk etapta özgürlüğün tanımını tam olarak yapamayabilir. Ama her insan kendisinin farkına varmaya başladığında aslında özgür olmadığının farkına varıyor. Yaşadığı yaşamda yanlış giden bir şeylerin olduğunu anlıyor. Bu insanlarda arayışı geliştiriyor. Bizi bu dağlara getiren de bu arayış oldu.

İnsan doğanın içinde kendisini daha çok evrene yakın hissediyor. Akan bir suyun coşkunluğunu gördüğünüzde, bir ağacın büyüyüp şekil aldığını izlediğinizde, bir taştaki değişimi fark ettiğinizde, bitkilerdeki çeşitliliği gördüğünüzde kendinizi de bu doğanın bir parçası olarak görmeye başlıyorsunuz. Yani bu canlılığın içinde kendi canlılığınızı görüyor ve bir uyum, ahengin olduğunu fark ediyorsunuz. Bunu için bana göre özgürlük her canlının kendi doğal yapısına göre yaşayabilmesidir. Kendine göre yaşamdan kastım elbette ki bugünkü pozitivist bilimin ve kapitalizmin resmi dini haline gelmiş olan liberalizmin bireyci, bencil anlayışından bahsetmiyorum.  Tam tersine her varlığın kendi özbenliği ile tüm doğalitesiyle yaşamasından bahsediyorum.

'EVRENİN AMACI ÖZGÜRLÜKTÜR'

Rêber APO da özgürlük sosyolojisi savunmasında diyor ki; ‘Bana öyle geliyor ki evrenin amacı özgürlüktür. Evren her zaman özgürlüğün peşindedir.’ Eğer biz bu tanımlamayı hakikat olarak kabul edersek, o zaman insan şunu söyleyebilir; bu evrende her şey özgürlüğün peşindedir. Yaşadığımız bu evrende nefes alan tüm canlılar özgürlük arayışı içerisindedir. Konuyu sadece insan merkezli ele almamak gerekiyor. Bu çok yanlış bir bakış açısı olur. Fakat canlılar içerisinde en çok da insanların özgürlüğe ihtiyaçları vardır. Düşünme yetisi insanda bir devrimsel çıkışa yol açtı. Neolitik devrim olarak tanımlanan ve tüm dünyanın kabul ettiği bir gerçeklik var. O dönem duygusal zekâ ile analitik zekâ arasında bir denge oluşuyor. Akılda gelişen bu uyum ve ahenk doğayla da doğal ve uyumlu bir yaşamı sürdürmenin vesilesi oluyor. Fakat insan dışındaki canlılarda da, örneğin; bitkilerde, hayvanlarda, her şeyde bir akıl vardır. Kuantum fiziği bunu kanıtlamıştır. Doğadaki tüm varlıklarla iletişim kurulabilir. İnsan topraktan, sudan, bitkilerden ve hayvanlardan etkilenir. Aslında bu karşılıklı bir etkileşimdir. İnsan nasıl ki doğadan etkileniyorsa doğa da insandan etkileniyor. Etki tepki olayı vardır. Dolayısıyla batının klasik fizik anlayışı olan insanı özne, doğayı ise nesne olarak gören yaklaşım iflas etti. Rêber APO da savunmalarında bunu çok detaylı bir şekilde açımlıyor. Sol-sosyalist ve devrimci hareketlerin neden kaybettiğini de çözümlüyor. Özne ve nesne meselesine bakış burada çok önemli oluyor. Lenin gibi bir devrimci bile özgürlüğün devlet eliyle oluşturulabileceğini söylüyordu. Çünkü özne ve nesnel yaklaşım bu sonucu doğuruyordu. Ama sonuç ortada. Bugün Lenin’in kurmuş olduğu devletin başında Putin gibi biri var ve topluma neler yaptığı ortada.

'DEVLETLE ÖZGÜRLÜĞE ULAŞILAMAZ'

Rêber APO zihniyet meselesini çok önemli görüyor. Bunu için önderlik diyor ki; ‘sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır.’ Neden böyle diyor? Çünkü sosyalizm toplumsallığı esas alıyor. Ama şunu bilmek gerekiyor. Devlet gibi tüm kötülüklerin anası olan bir aygıtla sosyalizm ya da özgürlüğe ulaşılamaz. Bu büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı büyük kayıplara yol açtı. Bu bağlamda Rêber APO özgürlüğün tanımını yaparken şöyle der; ‘özgürlük farklılıktır, çeşitliliktir, çok renkliliktir, çokluluktur, genişliktir. Kısacası önderlik bugün pozitivist bilimin tam tersi bir tanımlama yapmaktadır. Örneğin kapitalist modernite sistemine göre özgürlük bir insanın gönlünün istediği şeyi yapmasıdır. Fakat daha sonra liberalizm bunu şöyle tanımladı; senin özgürlüğün bir diğerinin özgürlük sınırların olduğu yerde biter. Özgürlük kategorize edilmeye başlandı. Kökten, hakikatten uzaklaşıldığı için birçok yorum ve tartışma yürütüldü. Aslında kaybettiğimiz şey o kadar büyük ki bunun farkında değiliz. Birebir yaşamımızı, fikrimizi ilgilendiriyor. Bunun içindir ki hâlâ özgürlük arayışları ve tartışmaları devam etmektedir. Ama sonuç kategorize ve sınıflandırma oldu. Örneğin; ekonomik özgürlük, siyasi özgürlük, kültürel özgürlük, seyahat özgürlüğü vb. gibi tanımlamalarla özgürlük parçalanmış durumda. Bu sınıflandırma ve tanımlamalar da insanlar göre yapılmış. Sen insan olduğun için özgür olmalısın deniliyor. Evrenin, doğanın özgürlüğünden hiç söz edilmiyor bile. Kısacası liberalizm özgürlüğü birey için ele alıyor. İnsanları toplumsallığından, doğasından kopartarak bireycileştirip haklar tanıyarak özgür olduğunu söylüyor.

KADIN VE EKOLOJİK ÖZGÜRLÜK...

Sosyalizm bunun eleştirisi üzerinden gelişti. Bireyleri toplumdan kopartıp yalnızlaştırarak özgürlük bahşedemezsiniz denildi. Ve özgürlük meselesini bir mülkiyet sorunu olarak ele alma oldu. Sosyalizmde her şey proleter anlayışa göre ele alındığı için özgürlükte proleterlerin özgürlüğü olarak tanımlandı. Toplum içerisinde proleterlerin mücadele ederek özgürleşmesi için kavram üretildi. Bu da başka bir şekilde özgürlüğün parçalanması ve liberalizmin değirmenine su taşımaktan öteye gidememeye yol açtı. Özgürlük sadece bir sınıf, bir birey, bir devlet ya da sadece özel mülkiyet gibi toplumsal bir sorun için değildir. Önderliğimiz tüm bunları eleştirdiği için yeni bir paradigmasal anlayışa gitti. Bizim paradigmamız, kadın özgürlüğünü, doğanın yani ekolojinin özgürlüğü, toplumsal özgürlüğü amaçlıyor. Zaten bir paradigma eğer kadın ve ekoloji özgürlüğünü amaç edinmişse başarılı olmaması mümkün değildir. Böylesi bir özgürlük anlayışına da kimse yanlış ya da haksız diyemez. Çünkü esas sorun kadın ve ekoloji sorunudur. Özgürlük sorunu, kadın ve ekolojik sorun birbirinden kopartılamaz sorunlardır.    

ÖZGÜRLÜĞÜ NE ZAMAN KAYBETTİK?

Tarihsel olarak bütün uygarlıklar yaşadığımız bu coğrafya olan Mezopotamya'da, Zagros ve Toroslar'ın eteklerinde Dicle ve Fırat nehri kıyılarında gelişmiş. Maalesef ki insanlık aynı bu yerde de kendi değerlerini kaybetmiştir. Herkesçe kabul gören ve ilk uygarlık olarak kabul edilen Sümerler yani bugünkü Irak bu coğrafyada şekillendi. Fakat uygarlıklardan çok bunu bir kültür olarak görmek daha doğru olacak. Ari ve Sami kültürlerinin sonucunda Sümer uygarlığı oluşmuştur.  Sümerlerde yazılar kil tabletlere yazılır. Tarihte ilk defa araştırmacılar buldukları Sümer tabletlerinde özgürlük kelimesine rastlarlar.  
Sümerler özgürlüğü Amargi olarak tanımlıyor. Amargi Sümerce bir kelimedir. Anlamı da; anaya dönüş ve doğaya dönüştür. Dikkat edilirse ana ve doğa aynı anlamda kullanılıyor ve aynı kelime ile ifade ediliyor. Özgürlük de bununla ilişkilendiriliyor. Daha başından beri kadın ve doğanın ilişkisi kuruluyor. Anaya, yani kadına dönmen ile doğaya dönmen ayı şeyi ifade ediyor. İlk toplumlarda kölelik olmadığından doğal yaşam, doğayla ve anayla olan yaşam olarak görüldüğünden bu yaşam tarzı da özgürlük olarak tanımlanıyor. Bunun için de özgürlük kelimesi ayrıca telaffuz edilmemiştir. Çünkü o dönemler özgürlük sorunu diye bir sorun yok. Eğer özgürlük sorunu oluşturulmamış olsaydı biz de bugün özgürlük üzerine konuşuyor olmazdık. Bir şeyler sorun olmaya başladığında üzerine tartışmaya başlarsın. Biz kadınlar olarak neden bugün bir mücadele yürütüyoruz? Çünkü kadınlar köleleştirilmiş ve özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Kadınların varlığı bile bugün büyük bir risk altındadır. Kürt halkı neden mücadele ediyorlar? Çünkü bu halk soykırımın eşiğindedir de ondan. Örneğin bir şeyi kaybetmezsen onu arayabilir misin? Tabii ki hayır. Elinde var olan bir şeyi aramazsın. O zaten vardır. Yok, olduğunda arayışın gelişir.

DOĞAL YAŞAMA ÖZLEM VE AMARGİ...

M.Ö 4000-2000’ler arasında tanrı ve tanrıçaların çatışmaları yaşanmaya başlar. Bu da şunu açıkça gösteriyor ki kadının erkekle mücadelesi M.Ö 4000’lere dayanıyor. Düşünün ki kadınlar binlerce yıldır kendi özgürlükleri için mücadele ediyorlar. Zihniyet değişimi o kadar rahat olmuyor. Elinizden bütün yaşam haklarınız alınıyor. Ama bu hakların alınması öyle bir çocuğun elinden oyuncağının alınmasına benzemiyor. Zihniyet değişiyor, kurnazlık gelişiyor ve kötülük oluşuyor. Rahipler, şamanlar, şefler komutanlar bu zihniyetin oluşmasında öncülük rolünü oynuyor. Zigguratlar da bunun merkezi haline getiriliyor. Rahiplerin öncülüğünde bu zigguratlarda kölelik sistemi geliştiriliyor. Özgür klan insanları zorla esir alınarak kendi doğal yaşamlarından kopartılıp doğalarına yabancılaştırılmaya çalışılıyor. Esir alınan insanlar kendi doğal yaşamlarını, inançlarını, klanlarını, analarını, tanrıça kültürlerini özlüyor. Bu özlem sonucunda insanlar Amargi’yi yani doğaya ve anaya dönüşü bir özgürlük biçimi olarak tanımlıyorlar.

'RAHİPLER ZİGGURAT SİSTEMİYLE ÖZGÜRLÜĞÜ İNSANLARIN ELİNDEN ALDI'

Bu coğrafyada ilk yaşam özgür olarak başladı. Ama giderek gelişen ziggurat sistemiyle birlikte insanlık bu özgür yaşam biçimini kaybetti. Ya da daha doğrusu ellerinden alındı. Onun içindir ki bu coğrafyada bin yıllardır hiç bitmeyen bir özgürlük arayışı var. Rêber APO’nun da dediği gibi hazineler nerede kaybedilmişse orada aranmalıdır. Biz de insanlık olarak özgürlüğü bu coğrafyada kaybettik, onun için de onu bulma arayışımız ve mücadelemiz bu coğrafyada sonuna kadar devam edecektir. Şimdilerde birçok insan savaştan ve baskılardan dolayı bu topraklardan batıya yani Avrupa’ya göç ediyor. Ama bunu yapmak yerine kalıp mücadele edebilirler. Çünkü her kopuş bir yok oluştur. Hafızasızlaşma ve kimliksizleşmedir. Eğer toplumsal hafıza ile bu kadar oynanmasaydı, bu kadar insan arkasına bile bakmadan yönünü Avrupa’ya vermeyecekti. Zaten Avrupa dediğimiz yer doğunun kültürü ve mirası üzerinden şekillenmiştir. Batıdan doğuya sadece haçlı seferleri yapılmadı. Tüm kültürel miraslar ve eserlere de gasp ve talanla el konuldu. Avrupa müzeleri doğunun eserleriyle doludur. Yani katliam çok yönlü yapıldı. Sadece fiziki katliamdan bahsetmek çok yetersiz kalacaktır.

'ERKEK EGEMENLİĞİ ÖZGÜRLÜĞÜN GASP EDİLMESİYLE GELİŞTİ'

Zihniyet sınıflı ve devletli olunca saldırılar yaşamın her alanına olur. Gasp, talan, yıkımlar, katliamlar hem insan yaşamına, hem hayvan yaşamına hem de doğanın geneline karşı olur. Çünkü yeni geliştirilen zihniyette özne ve nesnel ayrım yapılmaya başlanmaktadır. İnsan özne olarak görülür ve doğanın geri kalanı da nesnelleştirilmeye başlanır. Böylece insan doğaya yabancılaşmaya başlar. İlk yabancılaşma böyle başlar. Doğaya yabancılaşan insan doğayı artık bir doğa ana olarak tanımlamaz, bunun yerine vahşi doğa olarak tanımlamaya başlar. Bu tanımlama kendisiyle beraber bir yaklaşım da getirir. İnsanlar önce doğanın genetiği ile oynadılar. Doğadaki her şeye zarar vermeye başladılar. Daha sonra doğanın buna karşı gelişen tepkisini de bir felaket ve vahşet olarak tanımladılar. Doğaya yabancılaşan insan özünde kendisine de yabancılaşmaya başlar. Günümüzde insanların bu kadar toplumlarına yabancı olmalarının özünde bu yatar. Çünkü özne ya da nesne olma durumu sadece doğa yaklaşımıyla sınırlı kalmadı. İnsanlar da kendi içlerinde özne ve nesne ayrımına gitmeye başladı. Erkekler özne kadınlar ise nesne olmaya başladılar. Sınıflaşmanın, ayrışmanın olduğu yerde özgürlük olamaz. Tüm kötülüklerin kaynağı erkek egemen zihniyetin geliştirilmesiyle başladı. Gelişen bu zihniyet özgürlükleri gasp etti. Kadın ilk ezilen, köleleştirilen sınıf ve cins oldu. Özgürlüğü elinden alındı. Bunun için de biz kadın özgürlük hareketi olarak kadının özgürlüğünü tüm toplumun özgürlüğü olarak görüyoruz.  

İlk yaşamın ne kadar güzel ve şiirsel bir yaşam olduğunu biz mitolojik anlatımlardan anlıyoruz. Büyüleyici ve etkileyici bir yaşam ve her şeyden çok huzurlu, adaletli bir yaşam söz konusudur. Doğayı canlı gören, ananın kutsal sayıldığı, tanrıçaların adaletine güvenildiği bir ortam var. O yüzden bugün bile özlem duyulan bir yaşam tarzıdır. Tabii mitolojik anlatımlarda öne çıkan iki hikâye var. İnana ile Enki ve Tiamat ile Marduk öne çıkıyor. Yine Gılgamış destanı da o dönemin yaşamını anlatan önemli bir mitolojidir. Tabii bu mitolojilerde ortaya çıkan önemli bir gerçek var. Kadın ile erkek arasında çok ciddi bir mücadele yaşanıyor. Bunu hem İnana hem de Tiamat’ın hikâyesinde görürüz. Mitolojik çağ kadının birinci cinsel kırılmayı yaşadığı dönemdir. Bu dönemde hileyle, zorla kadının icatları, emekleri, üretimlerine el konulur. Bu süreç tamamıyla kadının aleyhine sonuçlanan bir dönem olur.

 'DİNLER KADINA MİSYON BİÇMİYOR'

Kadınlar ikinci cinsel kırılmayı tek tanrılı dinlere geçişte yaşar. Ortaya çıkan üç büyük İbrahimi din vardır. Yahudilik, İsevilik ve Müslümanlık. Her üçü de İbrahimi geleneğe dayanır ve tek tanrılı dinlerdir. Hepsinin peygamberi ve kitapları vardır. Hepsinde ortak ahlak yasaları vardır. Fakat kadın ve özgürlükler bakımından ele aldığımızda bu dinlerin kadınlara kattığı pek bir şey yoktur. Zaten mitolojik dönemle başlayan ve tek tanrılı dinlerle kendisini iyice sistemleştirip kanun haline getiren erkek egemen sistem devletin oluşmasıyla birlikte artık tümüyle hâkim olmaya başlar. Tek tanrılı dinlerin öncülüğünü yapan Yahudilikte, Musa’ya gelen on emirde kadın için belirtilen şey, zina yapmayacaksın. Ahlaki olarak baktığında bu doğru olabilir. Zaten dinler kendi dönemine göre ahlaki,  felsefi ve sosyal hareketler olarak ortaya çıkmışlardır. Bu açıdan bakıldığında dinler belli bir ölçüde toplumsal ahlakın oluşmasında önemli bir role sahip olmuşlardır. Fakat kadına biçilen bir misyon yoktur. Dinler siyasi elitlerin elinde iktidarlaşma aracı olarak kullanılmaya başlanınca çıkış noktalarından uzaklaşıyorlar. Bunun için de Marks dini toplumun afyonu olarak tanımlıyor. Çünkü bu dinleri hangi iktidar sahipleri ellerinde tutuyorsa toplumları kendi denetimlerinde tutmak için bir araç olarak kullanmaya başlıyor. Bu açıdan dogmatizm ve mutlakçılık olumsuz rol oynamıştır.

'HER İNSAN SORMALI; NEDEN ÖZGÜR DEĞİLİZ?'

Dinler bir açıdan da olumlu rol oynamıştır. Bunun da altını çizerek söylemek istiyorum. Hani deniliyor ya Allah her yerdedir, sen onu görmezsin ama o seni görüyor, her şeyi Allah yaratmıştır. Bunun üzerine düşündüğümüzde her yerde olan, herkesi yaratan, adaletli olan Allah ayrım yapmaz. Ama diğer yandan yapılan tüm ayrımların da Allah tarafından yapıldığını söylüyoruz. Yani her şeyi yaratan tanrı ise yapılan ayrımlar da tanrı tarafından yapılmıştır. Tanrı kendisini yaratmış ve kendisini diğer tüm yaratımlardan farklı yaratmıştır. Ayrım burada ortaya çıkıyor. Rêber APO diyor ya; ‘bana öyle geliyor ki madenin içerisinde yer alan enerji özgürlüktür. Madenin içerisine hapsolmuş enerji o madde ile mücadele ederek dışarıya çıkmaya çalışıyor. Bu bir özgürleşme eylemidir.’ Bu tanımlamaya göre kendi yerinde duran, kalıplaşmış olan, durağan, maddeleşmiş şeyler köledir. Bugün bulunduğumuz bu koşulda yaşanan bu köleliğe karşı bizler eğer bir şeyler yapmaz, harekete geçmez, dinamik olmazsak o zaman köleliği kabul etmiş oluyoruz. Eğer özgürlük gelişmezse bu bizim eylemsizliğimizden kaynaklıdır. Tabii her insanın kendisine sorması gereken sorular var. Biz neden özgür değiliz? Gerçekten özgür olmak istiyor muyuz?

'KAZANMAK İÇİN AYAĞA KALKMAYI BİLMELİYİZ'

Örneğin Rêber APO’nun özgürlük arayışı çok nettir. Bunun için biz Rêber APO’yu özgürlük önderi olarak da tanımlıyoruz. Fakat biz gerçekten özgürlük arayışında ne kadar netiz... Bir kadın olarak özgürlük sorununu kendimize ne kadar dert ediyoruz... Felsefeci Spinoza diyor ki; ‘özgürlük anlamaktır.’ Rêber APO da ‘anlamak uygulamaktır’ diyor. Eğer ki biz kadınlar kölelikten kurtulmanın özgürlük olduğunu anlamaya başladıysak o zaman bunun gerçekleşmesi için de bir şeyler yapmamız gerektiğinin farkında olmalıyız. Kürt halkı olarak da özgürlük sorunu en büyük sorunumuzdur. Eğer biz özgürlük sorununu çözebilirsek sadece bizler değil bütün evren özgürleşir. Çünkü evrenin amacı da özgür olmaktır. Rosa Luxemburg’un çok önemli bir sözü var; ‘Harekete geçene kadar ayağında bir zincirin olduğunu fark edemezsin.’ Bizler de ayağa kalkıp harekete geçmeyene kadar köle olup olmadığımızı anlamayacağız. Kazanabilmemiz için de ayağa kalkmayı bilmeliyiz. Ben koşmamızın bu bölümünü Rêber APO’nun ‘mutlaka özgürlük kazanacak’ sözüyle bitirmek istiyorum."