‘Kapitalizm sistemin ruhu ve beynidir’- III

Kapitalizmin kendisi modernitenin üçlü sacayağının birincil ayağı olup sistemin ruhu ve beyni konumundadır...

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında “Demokratik Uygarlık Manifestosu”nun dördüncü kitabı olarak yayınlanan “Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü” isimle eserde 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı nedeniyle derlediğimiz çarpıcı bölümlerin bugün son kısmını yayınlıyoruz. İşte “Merkezi Uygarlık Sisteminde Dinsel Direniş Veya Sınıf Savaşları” ve “Merkezi Uygarlık Sisteminde Avrupa Modernitesi ve Yeni Hegemonik Güçler” başlık bölümlerden aldığımız Kürt Halk Önderi’nin değerlendirmeleri:

“Uygarlık sistemleri sınıf ve tabaka yapılıdır. Sınıflaşma ve tabakalaşmanın hem ürünü hem de hızlandırıcısıdır. Önemli olan sınıf olgusunun tespitinden ziyade, oluşum biçimleri ve nasıl işlevsel kılındıklarıdır. Sınıf gerçekliğinde kimlikler hiçbir zaman çıplak biçimde “Ben sınıfım” diye kendilerini yansıtmazlar. Özellikle Marksist sınıf terminolojisi ile sınıf gerçekliği doğru sunulamaz. Pozitivizmin bilimcilik yaklaşımları tüm sosyolojik olgular, olaylar ve ilişkilerde olduğu gibi sınıf olgusu ve ilişkilenmelerinde de körleştirici ve saptırıcı rol oynamıştır. Marksizm modernitenin bu yönlü etkisini derinliğine yaşamaktan kurtulamamıştır. Başarısızlığının temel nedenlerinden birinin bu yaklaşımla bağlantılı olduğunu hâlâ kavrayamamıştır.

Sosyal sınıf ve tabakalar sorunu hem kavramsal-teorik hem de siyasal-pratik yönden önemini korumaktadır. Köklü ideolojik ve pratik yenilenmeleri gerektirmektedir. Kendi başına burjuva-proleter analizleri tarihte olup bitenleri sınıfsal açıdan da doğru sunamaz. Reel sosyalizm açısından pratikteki başarısızlık tarihsel anlayışla da bağlantılıdır. Pozitivist Marksist sınıf tahlilleri çokça eleştirdikleri klasik dinlerinkinden pek farklı olmadığı gibi, Marksistler daha başarısız kalmalarının nedenlerini de kavramaktan uzaklar. Sovyet deneyimi şu benzetmeyi kanıtladı: Yüz katlı bina yapabilirsiniz, ama bir günde çökmesini engelleyemezsiniz. Bu tür bir gerçekliğin yaşandığını kimse inkâr edemez. Yaklaşım çokça idea edildiği gibi bilimsel değildi. Olsaydı bu tür çözülmeler olmazdı. Reel sosyalist deneyimlerin dinsel yaklaşımlardan bile daha başarısız olduklarına ilişkin çarpıcı diğer bir örnek Afganistan Komünist Partisi’nin başına gelenlerdir. Ama dinci Taliban hâlâ güçlüdür ve müessisi ABD ve müttefikleriyle savaşabiliyor.

Toplumsal doğaya nasıl bakmalı? Bu konuda yöntem açısından bile büyük sorun yaşanmaktadır. Denenen tüm yöntemler tarihin en büyük yıkım savaşlarına, krizlerine, çevresel sorunlara, işsizlik ve açlık sorunlarına bile anlam getirememişlerdir. Belki yöntem sahiplerinin bunda ne sorumluluğu var denilebilir. Şu cevabı vermek mümkündür: Sosyal gerçeklik bir bütündür. Bilim cephesi de en az savaş cephesi kadar tüm gelişmelerden sorumludur. Bu sorumluluğu duymuyorsa zaten bilim ahlâkından yoksun demektir; sistemin basit bir aracıdır. O zaman sınıf savaşları adına konuşma bir yana, bilimsellik iddiasında bulunma hakkı dahi olamaz. Bilimin en temel vasfı doğruluk ideasıdır. Bilim ahlâkının tarihsel abidesi Bruno’yu (M.S. 1600’de Roma’da yakılan G. Bruno) bu konuda örnek olarak sunmanın tam yeridir. Doğruluk inancını yakılma pahasına savunmadan bilim aşkından (Bilim insanının olmazsa olmazıdır) asla bahsedilemez. Bilim aşkı olmadan da bilim insanı olunamaz.

Hallac-ı Mansur farklı bir örnek olarak sunulabilir. Kendi dönemindeki hayati sorunlara çözüm olamayan her bilim insanı, bunun karşılığını en az cephedeki asker kadar ölmek ya da esir düşmekle ödeme ahlakiliğini göstermedikçe ve bunu kabul etmedikçe bu sıfatı hakkıyla taşıyamaz. Bu söylem siyasetçi için de aynen, hatta daha fazlasıyla geçerlidir. Çünkü siyaset rant peşin-de koşma aracı değil, toplumsal sorunların ana çözüm karargâhıdır. Bu duruma gelmiş olan kimse gerçekten siyasetçiyse (basit bir devlet işleri idarecisi değilse), sadece kovulmayı hak eden biri değil, ölümden beter bir sonucu sırtında taşıyan bir Sisyphos’tur. Atom bombasını yemiş bir insanlık hâlâ bundan doğru bir sonuç çıkaramıyorsa ölmüş bir insanlıktır. Aksini idea edenler insancıl toplum yaşamını asla tanımayanlardır.

Sadece sınıf ve ulus olgusunu değil, öncelikle toplumsal doğayı yeterince tanımayanlar ne bilim insanı ne de siyasetçi olabileceklerini iyi bilmek durumundadır. Söylemek istediğim şey bilimsel ve siyasal sorumluluk ve ahlakiliğin çok önemli olduğudur. Bu satırları en ağır hücre içinde hücre cezası koşullarında yazıyorum. Beni ayakta tutan tek değer bilim aşkıdır. Bilim aşkı dışında ölüm dahil yaşamın en ağır acılarını dindirecek başka bir çarenin bulunmadığını belirtmeyi insanlığa karşı borç biliyorum.

AVRUPA MODERNİTESİ VE YENİ HEGEMONİK GÜÇLER

Ortadoğu’da yoğunlaşan küresel krizi anlayabilmek için merkezî uygarlığın Avrupa’daki dönüşümünü kavramak kilit öneme sahiptir. Nasıl ki Ortaçağ Ortadoğu’sunu kavramadan uygarlığın Avrupa’ya kayışını, dönüşüm geçirmesini ve hegemonik güçlere kavuşmasını anlayamazsak, uygarlığın Avrupa serüvenini kavramadan da günümüz Ortadoğu’sunu kavramada doğru bir anlayışa erişemeyiz. İkisi arasında çok sıkı bir diyalektik ilişki mevcuttur.

Bilimsel sosyalizmi kapitalizm karşısında yenilmiş bir akım olmaktan ziyade yetmez bir ekol olarak düşünmek daha anlamlıdır. Çünkü başardıkları vardır. Gerekli olan, başaramadıklarına ilişkin ideallerindeki yanlışlıklar ve yetmezliklerin açıklanmasıdır. Savunmamda bu yönlü açıklamalarım vardır. Tekrarlamak yerine yine gerekirse yeni ve daha bütünlüklü bir eleştirel yaklaşımla tavrı sürdürmektir. Bunu yapmaya çalışıyorum.

En başta sanayi devrimini bir ekonomik devrimden ziyade bir ideolojik ve politik devrim olarak düşünmek bana daha açıklayıcı gelmektedir. Hatta askeri yanı ağır basan bir devrim olarak algılamadıkça, ne Avrupa’nın uygarlıksal çıkışını ne de temel aldığı kapitalizmini yetkince anlayabiliriz. Sondan söylenmesi gerekeni başta söylemeliyim ki, merkezî uygarlık güçleri Avrupa kapitalizminin sanayi devrimiyle tarihin en büyük ideolojik, politik ve askeri seferberliğini gerçekleştirmeleri ve küreselleştirmeleriyle karakterize edilebilir. Avrupa uygarlığının tarihsel tanımı budur.

Sanayi devrimi ideolojik, politik ve askeri hegemonyanın bir aracı olarak tarihsel ve toplumsal bütünlük içinde kavranmadıkça, çağımızı yetkince kavramak mümkün değildir. Bu gerçekliğin kavranması için toplumların içinde ve toplumlar arasında yol açtığı savaşlarla çevreye karşı açtığı savaşımın bilançosunu özce derlemek yeterlidir. Hiçbir tarihsel ve toplumsal serüvende sanayi devrimi temelinde gerçekleştirilen savaşın bilânçosuna erişilemediği, daha da vahimi, çevre yıkımının ilk defa toplumun sürdürülemezlik sınırlarına taşındığı, bunun insanlığın en çok bilincine vardığı hakikat olduğu inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Olağandışı ideolojik aygıtlar ve iktidar olanaklarıyla giriştiği toplumu körleştirme söylem ve eylemlerine rağmen, hakikatin kendisi küresel kriz olarak, ona karşı söylem ve eylem olarak günlük yaşamda varlığını sürdürmektedir.

İNSAN NASIL İNSANIN KURDU HALİNE GETİRİLDİ?

Kapitalizm onu en yetkin kullanan güçlere bol zaferler sağlar. Ama bunu hep toplumları kriz içinde tutarak, ahlaki ve politik duruşunu işlevsiz kılarak, onları sürekli iç ve dış savaşlar içinde tutarak, yıkım ve kırımı yaşatarak gerçekleştirir. Sonuçta güç ve zenginlik az ellerde toplanmış ve bu eller zafer kazanmış, karşılığında ise yıkılan bir toplum ve sürdürülemez bir çevre bırakmışlardır.

Kapitalizmin kendisi modernitenin üçlü sacayağının birincil ayağı olup sistemin ruhu ve beyni konumundadır. Kanıtlamaya çalıştık ki, bütün uygarlık tarihi boyunca hep kafeste tutulmaya çalışılan bu canavarın sistemin beyni ve yüreği, akıl ve duygu gücü haline gelmesi, çözüm olmak şurada kalsın, bizzat sorun kaynağı olan uygarlık sistemlerinin iflası anlamına gelir. Uygarlık yapılanmaları esasta kent surlarının arkasına çekilen toplum demektir. Uygarlık kent surları arkasında yeniden inşa edilen toplumsal yapılar bütünü olarak da tanımlanabilir. Fiziki surların yetmezliği ve artan sınıflaşma, sivil yönetimi hiyerarşiyi devlet denilen kurum halinde örgütlemeye zorlamıştır.

Uygarlığın kapitalist aşamasına kadar insan toplumu ve çevre üzerinde savaşların sonucu olarak her ne kadar büyük felaketler yaşansa da, toplumların sürdürülemezliği söz konusu değildi. Baskı ve sömürü oranı insan topluluklarının küçük bir yüzdesini kapsıyordu. En değme firavun ve nemrutlar bile günümüzdeki bir eyalet valisinden daha fazla etkili ve otoriter bir güce erişmemişlerdi. Bugün en demokrat geçinen bir İsveç Başbakanı bile Sultan Süleymanlardan on kat daha fazla güç ve otoriteye sahiptir. Kapitalist aşamaya gelinceye kadar bütün uygarlık tarihi boyunca gerçekleştirilen sömürünün toplamı (artık-değerler toplamı) günümüz küresel sermayesinin bir yıllık kazancından daha fazla değildir. Baskı ve sömürüdeki dehşeti bu gerçeklerden algıla-maya çalışmalıyız.

Kapitalizmin insanın başına geçirdiği akıl dehşetin kendisidir. Son beş yüz yıllık savaşlarla, bu savaşların teknolojisi, aklı ve stratejisiyle neler gerçekleştirilirdi? Tüm uygarlık tarihi boyunca savaşlarda öldürülen insan sayısından katbekat fazlasının son beş yüzyıllık dönemde öldürüldüğünden bahsetmek gerçeğin çok sınırlı bir kısmının itirafı olacaktır. Daha felaketli olanına gelince, bu savaşlarla ne kadar halk, kültür, kabile, sınıf, grup ve maddi değer yok edildi? Bir avuç oligark dışında insanlığın ezici kısmı nasıl çağdaş köleler (proleter-işçi) halinde yeniden inşa edildi? Engin insanlık okyanusu birkaç yüz resmi ulus zırhı içinde nasıl hapsedilmek istendi? İnsan nasıl insanın kurdu haline getirildi? Toplum nasıl topyekûn karılaştırıldı? Toplumsal tahakkümden doğaya uzanan tahakküm nasıl sürdürülemez bir ekolojiye yol açtı? Benzer temel sorun ve soruları arttırmak mümkündür.

MARKSİSTLER KAPİTALİZİM ELEŞTİRİSİNDE BAŞARILI OLAMADILAR

Kapitalizm çözümlenmiş bir sistem değildir. Bu konudaki tüm iddialı çözüm çabalarına rağmen Marks ve Marksistlerin başarılı oldukları söylenemez. Tüm göstergeler kapitalizm eleştirisinin küçük-burjuva mantığının ötesine geçmediğini göstermektedir. Küçük burjuva eleştirisi azami olarak sendika bürokrasisi ve devlet kapitalizminden öteye bir sonuç doğurmamıştır. Çağımız egemen mantığının kapitalist sisteme göre dizayn edildiğini iyi bilmek gerekir. Mevcut bilim ve akademi dünyası bu mantığın üretildiği mekândır. Günümüzün bilim akademileri Sümer zigguratlarından daha karmaşık mitoloji üretim mekânları olarak kapitalist iktidara eklemlenmişlerdir. Toplumun direncini iktidarın çıplak egemenlik araçlarından daha çok bu mekânlarda bilim adına üretilen mitolojiler kırmıştır. Ortaçağ aldatmacalarının çok ötesinde yanıltma ve karartmalar söz konusudur.

İnsanın duygularını yücelten, güzelleştiren ve barışçıl kılan toplumsal sanatın misyonu tamamen zıddına dönüştürülmüştür. Kâr kazancından başka hiçbir kazanç tanımayan ihtiras, sonuca gitmek için güzellik, yücelik ve barış duygularını istismar etmeyi sanatın kendisi gibi yansıtmayla sonuçlanmıştır. Her insan vaat edilen ödüle konmak için âdeta hipodromlarda koşturulan yarış atlarına dönüştürülmüştür. Hiçbir canlı yaşamının kabul edemeyeceği bir yaşam tarzı söz konusudur. Kanser hastalığı bu yaşam tarzından kaynaklanır.

KANSER TİPİK BİR KAPİTALİST MODERNİTE HASTALIĞIDIR

Unutmamak gerekir ki, kanser tipik bir kapitalist modernite hastalığıdır. Tamamen sistemle ilgili toplumsal kökenli bir hastalıktır. Hiçbir şey kanser hastalığı kadar kapitalizmi izah etme gücünde değildir. Kanser sistemin ruhunun insan vücuduna yansımasının kesin sonucudur. Belki çok ender olarak önceki sistemlerde ve bazı canlılarda da sınırlı kanser vakalarına rastlanabilir. Bunların kökeninde bile yaşam üzerine kurgulanmış bir ‘tekel’in gölgesini görmek mümkündür. Fakat kapitalizmde kanser türü olmayan hiçbir insan dokusu, organı kalmamış gibidir.

Avrupa hegemonik güçleri kapitalizmle eski hegemonların (kilise, krallıklar, prensler) yol açtıkları sorunları çözmedi. ‘Homojen toplum’ projesiyle ayaklarını, ellerini kesip eşitleştirdi. Homojen toplum en geliştirilmiş köle toplumudur. Hiçbir sınıflı toplum kapitalizm kadar kölelik üretme gücünde değildir. İlk ve ortaçağ kölelikleri, sanıldığının aksine, kapitalizm koşullarında olduğun-dan daha kötü değildi. Bu konudaki en önemli gösterge bu dönemlerde ‘işsiz köle’ olgusuna yer olmayışıdır. ‘İşsiz köle’ tarihin tanıdığı en amansız kölelik biçimidir. İşsizleşme kadar insanı düşüren, hiçleştiren bir kölelik asla olmamıştır. Kapitalizmin tarihi söylendiği gibi sadece köylünün ve esnafın işçileşme ve proleterleşme tarihi değil, ondan katbekat fazla bir işsizleşme, lümpen proleterleşme tarihidir. Bir toplum için bundan daha büyük bir sorun, sorundan da öte felaket düşünülebilir mi?

Herkes günümüz ‘küresel finans kapitalizm krizine’ hayret ediyor. Finansal araçlarla oynanarak, sadece bu kriz döneminde hiç çalışmadan el konulan artı-değerlerin, ürünlerin uygarlık tarihi boyunca gerçekleştirilen sömürüden daha fazla olduğu hesaplanmaktadır. Hiçbir kriz ve olgu bu güncel finans krizi kadar kapitalizmi iyi açıklayamaz; kapitalizmin pazar ve ekonomi olmadığını bu kriz kadar netçe ortaya koyamaz. Savunmamın önemli bir yönü bu olgunun tarihsel temelini ortaya koyması, uygarlığın problemli yapısını sergilemesi, kapitalizmin bu yapının genelleşmiş hali olduğunu açığa vurmasıdır. Halen içinden geçilen ve kapitalizmin yapısal krizinin en çarpıcı bir aşaması olan küresel finans krizi bu tarihsel yorumu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır.

Küresel finans krizi ana merkezlerden (ABD-AB) tüm dünyaya yayılırken yol açtığı kaostan nasıl çıkılacaktır? Kapitalist dünya-sistemi bu küresel krizle birlikte yeniden ve çok sarsıcı etkilerle yerine ikame olduğu Ortadoğu merkezi uygarlık alanlarına yansıdığında nasıl tepkilere yol açacaktır? Siyasi İslam nedir? İktidar İslam’ı tümüyle İslam sayılabilir mi? Yeniden İslamlaşma, Radikal İslam ne kadar anti-kapitalisttir? Ne kadar İslam maskeli faşizmle karşı karşıyayız? Bu soruların yetkin cevabı için kapitalist modernitenin diğer iki temel ayağının çözüm kapasitesini ve yol açtıkları yeni sorunları görmek gerekir.

DEMOKRATİK, SOSYALİST EŞİT TOPLUMSALLIK

Ortadoğu toplumu her iki ekonomik değer için tarih öncesi ve sonrasında öncülük yapma şansına sahip olmuştur. Ekonominin ne olduğunu bilir. Anlamakta güçlük çektiği şey kapitalizm denen vampirin ekonomi adı altında başına yığdığı felaketlerdir, gerçek ekonomik soykırımlardır. Kapitalizmin başat varlığı ekonomik yaşamın bir vazgeçilmezi değil, bir baş belası, kanserojenidir. Sadece petrol, gaz, su, otomobil gibi çevreyi yıkan, toplumu savaşa boğan kâr amaçlı alanlarda yürüttüğü faaliyetleri çözümlendiğinde bu gerçeklik daha iyi anlaşılır. Yine toplumun yarısından fazlasını işsiz, mesleksiz, göçer, ailesiz yığınlara dönüştürmesi felaketin büyüklüğünü daha anlaşılır kılar.

O halde anti-kapitalist olmak öncelikle anti-tekelci olmayı gerektirir. Bu da beraberinde demokratik, sosyalist (Bu terimi toplulukçuluk olarak anlamak daha doğrudur) ve eşit-özgür toplumsallığı getirir. Söz konusu olan, bu sıfatlar altında toplumu yeniden icat etmek değildir. Topluluklar olarak (aile, kabile, mezhep, aşiret, ulus) toplumlar binlerce yıldan beri mevcutturlar. Gerekli olan, kapitalist modernite koşullarında bu toplulukların savunmasını demokratik modernite koşullarına uyarlamak, gerektiğinde yeniden inşa etmektir. Demokratik modernite alternatifi kapsamına anti-tekelci ve anti-kapitalist demokratik topluluklar toplumunu, ekonomik toplumu, demokratik sosyalist toplumu almaktır. Tekrar belirtelim: Önemli olan isim çokluğu değil, özsel varlığıdır. Bunda netleşmek demokratik modernite programının birinci öncülüdür. Ortadoğu toplumları bu yaklaşıma yabancı değildir. Söz konusu olan, binlerce yıldır yaşadıkları toplumsal doğanın bilimsel ifadeye kavuşturulmuş olarak kendilerine sunulmasıdır. Kendini bilim aynasında ve özgür yaşam iradesinde seyretmesi ve yürütmesidir.

-BİTTİ-

https://anfturkce.com/guncel/Insan-yasamini-kara-gore-duzenlemek-en-vahsi-iktidardir-ii-155885