'Rêber Apo’nun projeleri Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin çözüm yoludur'
PKK Merkez Komite üyesi Nurettin Sofi DAİŞ’in Şengal’deki başarısızlığı ve Kobanê’deki yenilgisi ile AKP’nin 7 Haziran yenilgisinin birbirine benzediğini söyledi.
PKK Merkez Komite üyesi Nurettin Sofi DAİŞ’in Şengal’deki başarısızlığı ve Kobanê’deki yenilgisi ile AKP’nin 7 Haziran yenilgisinin birbirine benzediğini söyledi.
PKK Merkez Komite üyesi Nurettin Sofi DAİŞ’in Şengal’deki başarısızlığı ve Kobanê’deki yenilgisi ile AKP’nin 7 Haziran yenilgisinin birbirine benzediğini söyledi. Bugün yaşananları anlayabilmek için bu iki yenilgiyi doğru okumak gerektiğini, aksi durumda Ankara-Suruç- Amed katliamlarını anlamanın mümkün olamayacağını belirten Sofi, dünyanın gözü önünde toplarla, tanklarla çocuk, yaşlı, kadın demeden katliamların yapıldığını ve şehirlerin vurulup evlerin yakıldığını söyledi. Bu durum karşısında sesiz kalanların tarih karşısında yaşananların vebali altında kalacaklarına kaydetti.
Ortadoğu’da yaşan kaos ortamını, DAİŞ- AKP ortaklığını ve Türkiye’nin başını çektiği bölgesel güç dengelerinin nasıl oluşturulduğunu bunun yanı sıra AKP faşizmine karşı Bakurê Kürdistan’da gelişen özyönetim direnişlerini PKK Merkez Komite üyesi Nurettin Sofi ajansımız için yorumladı.
Suriye kriziyle birlikte bölgedeki aktörlerin de sayısı arttı. En son Fransa, Almanya ve İngiltere’nin de sürece aktif katılımıyla birlikte dünyanın tüm aktörleri su yüzüne çıkmış oldu. Adı konulmamış olan bu dünya savaşını nasıl yorumlamak gerekiyor. Yürütülen bu savaş neyin savaşıdır ve neden bu savaşlar Ortadoğu’da yürütülüyor?
Kimilerine göre Ortadoğu baharı denilen ve esas olarak da 3. dünya savaşı olarak adlandırılması gereken kaos süreci tüm yoğunluğuyla devam etmektedir. 2015’in yarısından itibaren Rusya hava saldırılarıyla fiili bir biçimde Suriye’de devreye girerken 2016 yılına az bir zaman kala bu dünya savaşının hakiki aktörleri ve dolaylı rol oynayıcıları daha belirgin hale gelmiş ve doğrudan savaşın içine girmişlerdir.
Bu savaş bölgenin özellikleri ve inanç haritasına da uyumlu olacak şekilde bir mezhep savaşı daha belirgin olarak görünmeye başlamıştır. Özellikle kuruluşu vahabilik üzerinden gerçekleşen ve radikal İslam’ın temel finans kaynağı olan Suudi krallığı, Katar ve yine siyasal İslam’ın değişik bir versiyonu olarak Şii İran açısından da durum böyledir.
MEZHEP ÇELİŞKİLERİ BLOKLAŞMALAR ÜZERİNDEN DERİNLEŞMEKTE
Diğer yandan mezhep çelişkileri bu denli bloklaşmalar üzerinden derinleşerek ortaya çıkarken, 2014 yılında Musul’da etkili bir saldırı ile etkinlik kazanan DAİŞ faşist çete güruhu giderek etkinliğini kaybetmektedir. Gerek bölgede ve gerekse dünyada yürütülen bu 3. dünya savaşının temel aktörlerinin son gelişmelerle birlikte kendilerini böylesine açığa çıkarması, aynı zamanda savaşın da gidişinde değişiklikler olabileceğinin bir göstergesi olmaktadır. Durumun bu noktaya gelmesi yani savaşın eskisi gibi kapı arkasından yöneltilerek sürdürülmesinin imkansız hale gelmesinde Rojava devrimi ve özelde tarihi Kobanê-Şengal direnişi rol oynamıştır. Rojava-Şengal hattı DAİŞ’in yayılmasını ve gelişmesini sekteye uğratmış ve gün be gün etkinlik alanını daraltarak hezimete uğratmıştır. Bu durum, hem Kürt düşmanı güçlere hem de bölge üzerinden etkinliğini artırmak için DAİŞ’i sahneye süren mezhepçi Suudi Arabistan, Katar ve TC’yi teşhir ederken, gözü kara bir politika itmeye sevk etmiştir.
DAİŞ ve AKP nasıl bir paralellik içerisinde?
Her ne kadar Erdoğan, Kürt düşmanlığı temelinde DAİŞ’e yaptığı yatırım ve sunduğu desteği inkara kalkışsa da; MİT tırları olayından tutalım DAİŞ’e petrol tankerlerinin Türkiye’den geçişine kadar, Amed, Suruç ve Ankara patlamalarından tutalım, Başika’ya asker göndererek DAİŞ’e doping verme çabasına kadar, yaptıkları tüm dünya tarafından bilinmektedir. O nedenle de bu üçlü faşist güç deşifre edilmiş ve panzehri bulunmuş bir virüsü sanki mutasyona uğramışçasına, kah Cephet el Nusra, kah Ehrar el Şam, kah Heşd el Watani çete güruhları üzerinde DAİŞ’in misyonunu yerine getirtmeye çalışmaktadırlar. Çünkü Türkiye öncülüğündeki bu faşist devletler, daha önceleri, El Kaide-Taliban, Hamas, vb. Hizbul Kontra güruhlarla kader ortaklığı yaparak varlıklarını sürdürmeyi esas almışlardır. Bu gelişmeler temelinde yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğimizde DAİŞ ve AKP’nin nasıl bir paralellik arz ettiğini rahatlıkla görebiliriz.
DAİŞ Şengal’deki başarısızlığı ve Kobanê’deki yenilgisi ile AKP’nin 7 Haziran yenilgisi birbirine benzemektedir. Bugün yaşananları anlayabilmek için bu iki yenilgiyi doğru okumak gerekmektedir. Aksi durumda Ankara-Suruç- Amed katliamlarını anlamak mümkün olamaz. 7 Haziran seçimlerini içine sindiremeyen Saray çetesinin geliştirdiği darbe ve bugün Kuzey Kürdistan’da uygulanan vahşet doğru tanımlanamaz.
KATLİAMLAR SARAY TARAFINDAN PLANLANMIŞ
Erdoğan ve çetesi 7 Haziran seçimleri sonrası ilk iş olarak Suruç katliamını gerçekleştirerek Ekim 2014 de MGK’da alınan savaş kararını yürürlüğe koydu. Şiddetlenen savaş koşullarında HDP’nin seçimlere giremeyeceğini sanan Saray çetesi durumun farklı geliştiğini ve HDP’nin seçimlere gireceğini görünce bu sefer de Ankara katliamını gerçekleştirdi. Bu katliamlar saray tarafından planlanmış ama DAİŞ ismi kullanılmış devlet saldırıları olarak bilinmelidir. Bununla da yetinmeyen faşist Erdoğan kliği devletin tüm imkanlarını kullanarak hile ve düzenbazlığa başvurarak sahte bir seçimle tekrar iktidara gelmiştir.
ERDOĞAN, ENVER PAŞA ÇİZGİSİNDE
Erdoğan, Enver paşa çizgisi olarak bilinen ve yıllar boyunca orduda kendisini kalıcılaştıran katliamcı gladyo ile ittifak kurarak, 1 Kasım ile birlikte kendine yeni bir kredi açmıştır. İlker Başbuğ’un ve tüm Ergenekon ve Balyoz adı altında tutuklananların serbest bırakılması bu ittifakın bir kanıtıdır. Zaten İlker Başbuğ’da bir röportajında bunu dile getiriyor. Erdoğan ve çetesinin, bölgede ve dünyada Katar ve Suudi Arabistan’dan başka bir müttefiki kalmamıştır. O nedenle bölgede giderek derinleşen başını İran ve Suudi’nin çektiği mezhep çelişkileri içinde Türkiye kendisin kullanılacak bir sopa gibi sunmaktadır.
ANTİ KÜRTÇİZGİSİ
Enver Paşa çizgisi denilen çizgi nedir?
İşte bu noktada Enver Paşa çizgisi ile Erdoğan’ın durumu arasındaki paralelliği ortaya koymak gerekecek. Enver Paşa çizgisinin iki ana yaklaşımı vardır. Birincisi; milliyetçi, faşist ve şoven bir çizgidir ve tüm ötekileri yok etmeye dayalı beyaz bir Türk milliyetçiliği yaratmaya yöneliktir. İkincisi; bir anti Kürt çizgisidir.
Yüz yıl boyunca Kürdistan’da asimilasyon, tenkil, tehcir ve kısacası inkar ve imha çizgisini uygulamada hiçbir yöntemden kaçınmamış bir çizgidir. Bölgede ırkçı ve egemenlikçi motiflere dayanarak gerici ve kendine benzer faşist güçlerle ittifak kurup egemenlik emellerini hayata geçirmeye çalışır.
BUGÜN YAŞANANLAR YÜZDE YÜZ BİR ENVER PAŞACILIK PRATİĞİDİR
Bu özelliklere bağlı olarak da Musul ve Kerkük’teki emellerini unutmayan bu zihniyet, mevcut realiteyi geçici bir durum gibi görüp, tekrardan buraları ele geçirmeyi planlamaktadır. Uluslararası ilişkileri, zamanında Hitler Almanya’sı ile bütünleştiren ve adına bugün Yeni Osmanlıcılık denilen bu anlayış, bugün de ardılları ile ittifak arayışı içindedirler. Bugün yaşananlara baktığımızda bu çizginin tüm kirli emelleri ile devrede olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Kürtlere karşı uyguladığı katliamlar Musul’a asker gönderme, Riyad’da faşist blokları oluşturma, DAİŞ gibi kontrgerilla grupları devreye sokma bakımından bugün yaşananlar yüzde yüz bir Enver paşacılık pratiğidir.
Kuşkusuz AKP’nin zihniyetinde bu anlayış hep vardı. Zaman zaman kendilerini farklı gösterseler de Ergenekon’a karşı savaş adı altında bazı kavgalar yaşanmış olsa da bu kavgalar basit çıkar çatışmalarının ötesine geçmemiştir, çünkü aynı zihniyeti taşımaktadırlar. Bugün Doğu Perinçek gibi bir faşist ve şovenin “biz hapisteyiz ama düşüncemiz iktidardadır” demesi ister istemez Türkeş’in Kenan Evren’e karşı söylediği sözü akla getirmektedir.
ERDOĞAN’IN PADİŞAHLIK HİSTERİSİ
Önder Apo diyalog ve müzakerelerle mevcut rejimi bu zihniyetten kurtarıp insanlık ve demokrasi adına, demokratik bir Türkiye oluşturma çabası içine girmiş ve AKP’yi bu çizgiden kurtarmaya çalışmıştır. Ne var ki Erdoğan’ın padişahlık histerisi ve faşist zihniyeti onları tekrardan özel harpçi güruhla bütünleştirmiştir. Ordu artık vesayet ile değil doğrudan Türkiye’yi yönetir hale gelmiştir. MHP’nin de seçimde adeta kendini feda ederek Erdoğan’a doping vermesi, bugünkü faşist uygulamaları alkışlayarak tempo tutması bu yüzdendir.
Peki, bu demode olmuş teşhir edilmiş Enver Paşacı, Hitlerci çizginin başarı şansı var mıdır?
Kuşkusuz yoktur. Çünkü bugün 21. yüzyılda yaşıyoruz, özgürlük ve demokrasi bir ütopya değil bir gerçek haline gelmiştir. Milliyetçi çizgiler iflas etmiştir ve en önemlisi Kürtler 20.yy’daki gibi örgütsüz ve cahil değiller. Önder Apo’nun çizgisinde kenetlenmiş özgürlükçü demokratik iradeli ve direngen bir halk söz konusudur.
DÜNYADA BÜYÜK BİR HAYRANLIK UYANDIRAN HAREKET
Son iki üç yıl geriye dönüp baktığımızda Özgürlük Hareketinin nasıl dev gelişmeler yaratarak büyük bir ilerleme kaydettiğini dostlardan önce düşmanlar itiraf etmektedir. Bugün gelinen aşamada Özgürlük Hareketi’nin bilinçli politik ve direngen milyonlara varan dev bir kitlesi vardır. Geleceğe dair büyük çözüm projeleri içeren paradigmasıyla bu hareketin on binlerce kadro ve milyonlarca sempatizanı ve deneyimli bir yönetim gücü söz konusudur. Efrîn’den Kobanê’den Ağrı’ya, Şengal’den Kerkük’ten Dersim’e kadar Kürdistan’ın 4 parçasında fedai bir savaşçı yapısı vardır. İnsanlık düşmanı ve baş belası DAİŞ’e karşı göstermiş olduğu performans dünyada büyük bir hayranlık uyandırmıştır.
Dün Serêkaniyê ve Kobanê’de bugün de Sur, Nusaybin, Cizre ve Silopi’de ve birçok yerde kahramanlık destanları yazmaktadır. Uluslararası denge ve konjonktür bakımından da bugün Erdoğan, Enver Paşacı çizgisine bir destek söz konusu değildir. Olsa olsa kandırmaca ve Erdoğan’ı Saddam’a dönüştürme ve girdiği bataklığa daha da batırmaya yöneliktir. Yani yeni Sultan müsveddesini yeni bir Allahu Ekber sendromu beklemektedir.
Bugün eğer Erdoğan ve çetesinin vahşet düzeyindeki uygulamalarına uluslararası arenada bir karşı duruş yoksa bunun nedeni bu gidişatın Erdoğan ve çetesinin aleyhine gelişecek durumların olgunlaşmasını beklenmesindendir. Saddam’a karşıda böyle bir tutum görülmüştü Kuveyt’e saldırısına kadar kimse Saddam’a karşı bir ses çıkarmamıştı ama Kuveyt’ten sonra durumlar değişmiş ve Saddam’ın baş aşağı gidişi başlamıştı.
ERDOĞAN’IN ÇETELERİNİN İNSAN TİCARETİYLE YARATTIĞI MÜLTECİ DRAMI
Yoksa Paris patlamasının Erdoğan tarafından tezgahlandığını ve G-20 zirvesine denk getirildiğini bilmeyen bir Avrupalı var mı? Ortadoğu topraklarını boşaltıp mülteci akımlarını organize edip suç potansiyeli olan birçok çevreyi mülteci dramı safsatasıyla Avrupa’ya karşı kullandığını bilmeyen var mı? Ortadoğu’dan mültecileri toplayıp ahlaksızca adeta insan ticareti yaparak kaçakçılar ve organize çetelerle bu mültecileri Avrupa’ya aktaranın Türk polisi ve Erdoğan’ın çetelerinin olduğunu Avrupa’da bilmeyen var mı? Erdoğan’ın kendini soğuk savaş döneminde sanıp Rus uçağını düşürerek bir Rusya-NATO ya da en azından bir Rusya-ABD savaşını tetikleyip bir provokasyon yaratmak istediğini bilmeyen var mı?
Dünya bunu görüyor ve buna ses çıkarmıyor diyorsunuz, neden?
Bunun iki nedeni vardır. Birincisi; Erdoğan bu çete guruplarıyla Paris katliamı gibi Avrupa’nın başını ağrıtacak ve onları rahatsız edecek bu beladan kendilerini korumak için başvurdukları bir yöntem olabilir. Fransa’nın Rojava devrimine azda olsa bir sempati duymasının birazda olsa Kobanê’ye bir destek sunmasının faturasını katliamla ödediği ve bunu ödetenin Erdoğan olduğu bir gerçektir. Ona göre faşist TC, Kürtleri katledecek ve herkes ona karşı sessiz olacak, aksi durumda birazcık demokrasiden bahsedene faturasını bu şekilde ödetecektir.
İkinci nedeni ise; birçok devletin hükümeti ve yönetimi geçmiş dönemlerde Erdoğan ile benzer planlarda yer alması ve suç ortaklığı konumunda olmalarındandır. Bu yönetimler kendi ülkelerinde ve dünyada Erdoğan’a karşı bu kadar bile bile sessiz kalmaları böyle bir nedenden olsa gerek. Bugün Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de uygulanan katliamları görmezlikten gelmenin başka bir izahı olamaz. Bu sessizlik ister istemez suç ortaklığı veya en azından sorumluluklarına sahip çıkmamak demektir.
Türkiye’de bugün bir iç savaş vardır. Dünyanın gözü önünde toplarla, tanklarla çocuk, yaşlı, kadın demeden şehirler vuruluyor, evler yakılıyor, katliamlar yapılıyor. Dünyadakinin bir benzeri sessizlik Türkiye’de de görülmektedir. Demokratım diyenler, aydınım diyenler, edebiyat yapanlar, çene çalanlar tarih karşısında yaşananların vebali altında kalacaklardır.
12 Eylül’de bile böyle değildi, bir kadının bir TV programında barış istemesi kadar doğal ve insancıl bir şey olamaz. Bu öğretmen kadının nasıl terörize edildiğini, TV’nin programın ve sunucusunun ne hale getirildiğini dehşet içinde izledik. Ya sarayın dalkavukluğunu yapacaksın, yalan haberler yapacaksın, padişahın meddahlığını yapacaksın, ya da terörist olarak lanse edilip, kah Ahmet Hakan gibi dövülüp burnun kırılacak, kah Can Dündar gibi hapse tıkılacaksın, kah Tahir Elçi gibi katledileceksin. Peki, bunlara sessiz kalmak bu insanların değer yargılarına, ahlak ve demokratik ölçülerine sığar mı?
Erdoğan’ın başarı şansı var mıdır?
Hem iç hem de dış koşullar bakımından Erdoğan’ın bu çizgisinin başarı şansı olmadığı gibi yenilgiye ve çürümeye mahkumdur. Muhtemelen derin devlet ve Erdoğan’a bu yeni krediyi açanlar bunun farkındadırlar ve bu kredinin çok erken tükeneceği biliniyor. Bu yüzden sonuç almak için tüm güçleriyle seferber olmuş durumdadırlar, ama korkunun ecele faydası yoktur. Tarih boyunca zulmün zirvesi olan anlar özgürlük koşullarını da oluşturmuştur. Onun için de baskı altındaki halklar bir an önce zulmün ve zalimin sona ermesi için “zulmün artsın” demiştir.
KÜRT BAHARI
Kürt hareketi bakımından elbette durum daha farklıdır. Bir Kürt baharı söz konusudur, hiçbir zaman Kürtler için hem objektif hem sübjektif koşullar, hem dış hem iç etkenler fırsat kapıları bu denli açık olmamıştır. Kısacası Kürtler için fırsat kapıları ardına kadar açık bulunmaktadır. Sykes-Picot ve Lozan anlaşmaları ve bu anlaşmalara dayalı sistem yüzyılını doldurup hızla çökmektedir.
Yepyeni bir siyasi harita çizilmektedir ve bu harita da Kürtlerin olmadığını düşünmek bile söz konusu olamaz. Faşistler, statükocu ve ulus devlete dayalı katliamcı zihniyet bu statükoyu korumaya çalışsalar da yenilgiye mahkumdurlar. Tıpkı 20. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü gibi çökeceklerdir.
ZAFER MUTLAKA, CİZRE’NİN, SUR’UN, NUSAYBİN’İN OLACAKTIR
O nedenle de Bakur’daki öz yönetim projesini tüm şehirlerde hayata geçirmek olmazsa olmaz niteliğindedir. Öz yönetimine sahip çıkmak Kürtlüğüne insanlığına sahip çıkmaktır. Özgürlük için bundan daha değerli bir fırsat olamaz. Cizre’deki Sur’daki direniş tüm şehirlere yayılmalıdır, Kobanê’deki gibi zafer mutlaka Cizre’nin, Sur’un, Nusaybin’in olacaktır. Düşman ne kadar saldırırsa saldırsın, zaten ordu tüm teçhizatıyla devrededir ve Kürt halkına savaş açmıştır, yine de zafere gidişin önünü tıkayamaz. Bunu önümüzdeki süreci değerlendirmek için söylemiyoruz, geçmişe baktığımızda hep böyle olduğunu görüyoruz.
Erdoğan, Saddam ve Hitler’in yanında bir hiçtir, silik ve tipik bir örnektir sadece. Bu günkü koşullardan daha zor koşullarda nasıl ki Saddam ve Hitler tarihin sahnesinden silinip gittiler ve yenildiler ise aynı akıbet Erdoğan içinde geçerlidir.
SAVAŞAN HALK GERÇEĞİNE ULAŞMAK
Hem yeni inşa çalışmalarını hem de öz savunmayı iç içe yürütmek önemlidir. Savaşan halk gerçeğine ulaşmak hem yaşamını ekonomiden sağlığa organize etmek ve hem de öz savunmasını örgütlü bir biçimde yapmak demektir. YBS ve YBS JIN birliklerinin ilan edilmesi son derece yerinde bir adım olarak direnişe yeni bir boyut kazandırmıştır. Altı ayı aşkındır amatör bir yöntemle Türk faşist ordusu ve polisleri durdurulmuş ve başarısızlığa uğratılmışsa bundan sonra YBS gibi profesyonel bir güçle daha başarılı sonuçlar alınacağı kesindir.
AYAKTA KALMANIN YEGANE GÜVENCESİ: YPS
Bakur ile kıyaslandığında Rojava’nın kıt imkanlarla YPG ve YPJ ile sergilediği başarılar ortadadır. YPS hem potansiyel bakımından hem de imkanlar bakımından kat be kat YPG’yi aşan bir konumu yakalayabilir. Eli silah tutan herkes erkek, kadın, gençler başta olmak üzere her kes YPS ve YPS-JIN saflarında yer almayı kendisi için görev bilmelidir. Çünkü YPS ve YPS-JIN bugün Kürdistan’da bu faşist uygulamalara karşı ayakta kalmanın yegane güvencesi ve garantisidir.
O nedenle imkansızlıklar altında bile amatör bir ruhla altı ay boyunca Türk katliamcı ve çete gruplarına karşı sergilediği direnişle bir kahramanlık destanı yazılmıştır. O nedenle de bu birliklerin savaşçısı ve komutanı olmak kadar onurlu ve şerefli bir şey olamaz.
Toplumsal inşadan söz ettiniz. Bu nasıl geliştirilmeli?
Diğer yandan toplumsal inşa çalışmalarını da yürütmek büyük bir öneme sahiptir. Düşman bu direnişi yok etmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Kendi kendini yönetecek bir toplum yaratmak hayati önemdedir. Bizi katletmeye gelen bir güçten medet ummak celladından merhamet beklemek gibi bir durumdur. Kendi hastanelerimizi, seyyar sağlık ocaklarımızı oluşturmalıyız. Kendi lojistiğimizi kendimiz temin etmeli, fırınlarımızı kendimiz yapmalı, cephane kanallarımızı oluşturmalıyız. Rêber Apo’nun 8 boyut olarak adlandırdığı toplumsal inşayı öz savunmanın paralelinde yürüterek bu direnişi zafere taşımalıyız. Böylece ne düşmanın askeri saldırıları, ne de ekonomik ambargoları sonuç alacaktır.
Belki her mahalle, kent Sur’un koşullarına sahip olmayabilir, O nedenle bu mahalleleri ve şehirleri imkan ve özgünlüklerine uygun ele almak gerekir. Ya Sur gibi tümden direnişe yatırmak, ya da başka bir şehir gibi hiç direnişe katılmamak olamaz. Kuşkusuz en ileri düzeyi Sur ve Nusaybin temsil ediyor, her şehir ve mahalle bunu hedeflemeli. Ancak, koşulları el vermeyenler uygun mahallelere destek vermeli kendileri için arka cephe oluşturmalıdır. Yüzde yüz savunmaya dayalı olmasa da vur kaç gerilla eylemleri ile düşmanın zayıf noktalarını vuran, sürekli kendileri ile meşgul eden konumda olmalıdır.
ŞEHİRLER BİRBİRLERİNE EYLEMLERLE DESTEK VERMELİ
Nasıl ki uzun vadeli halk savaşı stratejilerinde kurtarılmış-yarı kurtarılmış alanlar yani kırmızı sarı ve beyaz alanlar varsa bunu şehir koşullarına uyarlamak mümkündür. Şehirler birbirlerine eylemlerle destek vermeli mahalleler kendi koşullarına uygun olarak bu direnişe katılım sağlamalı. Böylece direniş cephesi genişleyecek ve düşmanın gücü parçalanacaktır.
EN İYİ SAVUNMA SALDIRIDIR
Diğer yandan meşru savunma çizgisinin stratejisi savunmaya dayalı olsa da, bu taktikle savunmada olma anlamına gelmez. Savaş uzmanlarının “en iyi savunma saldırıdır” demeleri boşuna değildir. Direnişin hem genişliğine hem derinliğine büyüyeceğine inancım tamdır. Bu anlamda YPS’nin gün be gün hem tecrübe bakımından hem nitelik ve nicelik bakımından bu altı aylık direniş mirasına dayanarak büyük gelişmeler kaydetmeye aday olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Demokratik öz yönetim uygulamasını tüm Suriye’ye yaymak mümkün mü?
Elbette bu mümkün. YPG ve QSD 2016 yılında Rojava’da olduğu gibi tüm Suriye’de büyük başarılar elde edeceğini göstermektedir. DAİŞ’in stratejik öneme sahip Rakka’dan tutalım Efrîn’e kadar ele geçirdiği koridoru açmak ve tüm Suriye de DAİŞ’ i yok etmek için büyük fırsatlar mevcuttur. DAİŞ’ e karşı hem ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri bakımından hem de Suriye’de söz sahibi olmak isteyen Rusya bakımından böyle yaklaşılacağı görülmektedir.
YPG’nin ve QSD’nin bu askeri başarılarının yanı sıra Rojava’da uygulanan halkların kardeşliğine dayalın olarak geliştirdiği demokratik öz yönetim uygulamasının tüm Suriye ye yayılacaktır. Rojava’da gerçekleşen Suriye demokratik kongresi ve kongrede oluşturulan demokratik Suriye Meclisi ve konseyi, büyük bir öneme haizdir ve Suriye çözümü için yegane yol ve aktördür.
ÖLÜ DOĞMUŞ BİR PLAN
Başurê Kürdistan ve Irak’taki gelişmelerin Kürtlerin ve demokratik güçlerin lehine olacağını kestirmek mümkündür. Bu gelişmeleri engellemek isteyen inkarcı-statükocu faşist işbirlikçi güçlerin Musul’un Kürtlerin ve demokratik güçlerin eline geçmesini önlemek için bu gidişatı değiştirmeye çalışsalar da, bu emelleri kursaklarında kalmış ve bölge devletleri tarafından uygun görülmemiş, ölü doğmuş kirli bir plandan başka bir işe yaramamıştır.
Hem faşist TC ve hem de bu kirli plana bel bağlayan kimi örgüt ve çevrelerde bu kirli planın vebali altında kalacaklarını bilmelidirler. Erdoğan tarafından ne kadar “DAİŞ’e karşı savaşıyorum”, “ben de bu koalisyonda yer alıyorum” denilse de buna kimseyi inandıramadığı gibi ucuz senaryoları da fayda etmemiştir.
Diğer yandan bu mezhep zihniyetine dayalı siyaset ve yaklaşımlar faşist TC’ye yaramadığı gibi İran’a da bir fayda sağlamayacaktır. O nedenle Erdoğan’ın Sünni mezhebe dayalı politikaları ne kadar yanlış ve yenilgiye mahkum ise İran’ın Şia politikaları da yenilgiye mahkumdur. Çünkü gelecek etnik milliyetçiliğe, dinseli ve mezhepsel milliyetçiliğe dayalı politikaları mahkum ederek halkların demokratik özgürlükçü ve bir arada yaşama projelerinin yaşama geçeceğini gösteriyor. Bu anlamda Rêber Apo’nun projeleri kaostan çıkmanın ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin yegane çözüm ve çıkış yoludur.