Türkiye’de neden darbe olamaz? -Veysi Sarısözen

Türkiye’de neden darbe olamaz? -Veysi Sarısözen

Arkadaşım telefonda “ders alacak mı?” diye sordu. Eski komünist, sonra biraz liberal, 2002’de değil de sonraki seçimlerin hepsinde AKP’ye oy vermiş. Referandumda da “yetmez ama evet” demiş.

“Kim ders alacak?”

“AK Parti” diye yanıtladı. O, AKP’ye “AK Parti”, ama PKK’ye, PeKaKa der. Kendi tercihidir. Pek takılmam.

Demek istediği “Mursi’nin akıbeti”…Başbakan’ın Mısır’da gerçekleşen darbeden ders alıp almayacağını benimle tartışmak istemiş. Özgür Gündem’de çıkan yazıma işaret etti.

“Mursi’nin en büyük hatası, iktidara gelirken kucakladığı farklı görüşlerden insanları daha sonra dışlaması oldu” diye devam etti.

Kendisini “dışlanmış” hissediyordu. Böyle hissedenlerin bir hayli çok olduğunu kendisine hatırlattım. Üzülmemesi için, “bir düşün, bizim eski Genel Sekreter yıllarca Dünya Gazetesinde yazdı, AKP yanlısı medyada bir çok demeçleri, röpürtajları yayınlandı, en son Taraf’ta sayısız makaleye imzalar attı, hatta AKP’nin bazı ‘icraatlarından’ söz ederken, bunların ‘devrim’ olmasa da, ‘devrimsi’ işler olduğunu bile yazdı, şimdi o da AKP’nin kendisini de ‘ötekileştirdiğini’ düşünüyor olmalı…”

“Gerçekten öyle” diye bağırdı arkadaşım. Devam ettim:

“Yeni Şafak gazetesini sanırım izliyorsun, bu gazete malum, 28 Şubat’ta işlerinden olan pek çok gazeteciye sayfalarını açmıştı. Ali Bayramoğlu ve Kürşat Bumin bu gazetede sanırım 16 yıldır yazıyordu. Bu yazarlar yıllarca AKP’nin askeri vesayete karşı mücadelesini var güçle destekledi. Bilmem haberin var mı? Dün, bu gazetenin İbrahim Karagül adındaki ‘komplo teorisyeni’ ve “fundamentalist İslamcı” yazarı, aynı zamanda Genel Yayın Koordinatörü Kürşat Bumin’in işine, onu muhatap bile almadan, onunla konuşmaya bile tenezzül etmeden, ‘dış kapının mandalı’ türünden adamın birinin telefonuyla son verdi. Böylece Kürşat Bumin de ‘dışlanmış’ oldu…”

Arkadaşım heyecanla, “o bir şey mi, Taraf Gazetesi tümüyle dışlandı. Oysa bu gazeteye hepimiz ne büyük umutlar bağlamıştık” dedi. Sesinde hüzünlü bir titreme vardı.

“Evet dedim, Ahmet Altan kardeşimizin attığı manşetleri nasıl unuturuz? Başbakan çoktan ipleri ABD tarafından çekilmiş generalleri tasfiye etme cesaretini Baransu’nun bavullarından aldığı zaman, tüm AKP yanlısı medya Taraf gazetesini alkışlıyordu. Derken Ahmet Altan’ın delikanlılığı tuttu. Bir iki muhalif manşetten sonra, yalnız Ahmet Altan’a karşı değil, bütün Altan ailesine karşı aynı medya en ahlaksız saldırılarda bulundu. Neler neler oldu. Gazetenin liberal aydınlar ve eski solcular üzerindeki prestijine, bizim Oral Çalışlar’ı da alet ederek, bir takım  ‘Truva At’ları, şu gizli AKP’li mi, cemaatçi mi olduğu bilinmeyen ‘unsurlar’ ile, solun tarihini ‘klozet’ sanan tarihçi ve benzerleri el koyuverdiler. Olmadı. Olmadı ama, sonuçta bu sayılanlar dışında tüm Taraf çalışanları ve yazarları da ‘dışlanmış’ oldu.”

Arkadaşımın sesinde pişmanlığın çok uzaktan hissedilen iç çekmeleri vardı; “Mehmet Altan da yıllarca Star Gazetesinin başyazarlığını yapmıştı. Sonra, tıpkı Kürşat Bumin’e yaptıkları gibi, onun da önce yazılarını azalttılar, sonra işine son verdiler…Hay Allah, ne kadar da hayırsızlarmış…”

“İşte sevgili kardeşim, dedim, yalnız seni dışlamadılar, AKP’nin 2002’de aldığı yüzde otuzluk oyu, sonraki seçimde yüzde 40’lara ve en son seçimde yüzde elliye doğru tırmandıran büyük bir kitlenin ‘düşünce öncülerini’ teker teker, üstelik, ‘bizi desteklediniz diye, siz mi bizi yöneteceksiniz’ nobranlığı ile ve “liberaller artık yakamızdan düşsün’ avezeleriyle dışladılar. Ve sonunda bu dışlama o dışlananlara kulak veren kitleleri de etkilemeye başladı. Gezi Direnişinin ‘manevi cephesindeki” muazzam yelpazede, işte bu ‘dışlama’nın büyük payı var…”

Arkadaşım, “lafı Mursi’ye mi getireceksin,   Mursi de dışladı Erdoğan da dışladı demeye getiriyorsun, AKP’nin de Müslüman Kardeşlerle benzer yanları olduğunu mu düşünüyorsun? ”

“Ben düşünmüyorum, dedim, yıllardan beri AKP’yi militanca destekleyen Zaman yazarı, senin gibi eski komünist Şahin Alpay tastamam böyle düşünüyor. Bugün yazdığı yazıda bu benzerlikleri madde madde yazmış…”

Sanıyorum, arkadaşım, benden şüphelenmeye başlamıştı. Sesindeki titreşimler, onun her şeye rağmen AKP’ye ‘kıyamadığını’ hissettiriyordu.

“Boş ver onu, sen söyle bakalım, bu benzerlikler Mursi’ye karşı yapılan darbeye benzer bir darbenin de Erdoğan’a karşı yapılacağını mı gösterir?”

İçişleri Bakanı gibi konuşmayı tercih ettim: “Bak güzel kardeşim, dedim, böyle ihtimallerden söz edenler var, istersen, bugün Cengiz Çandar’ın yazısını okuyabilirsin. Çandar AKP’yi böyle bir akıbetten korumak için uyarmış…”

“Deminden beri verdiğin referanslar hep şu ‘Maocu Bozkurt’ geleneğinden olanların yazıları…Sen de bugün yayınlanan yazında bir eski ‘sosyal emperyalist’ olarak onlarla benzer bir uyarıda bulunmuşsun…Neler oluyor? Benden size nasihat; Türkiye’de artık darbe olamaz. O devir AKP sayesinde kapandı. Askreri vesayetçiler şimdi Silivri’de gün saymakta. O nedenle Gezi ile Tahrir benzetmeleri, Mursi’nin akıbeti ile Erdoğan’ın akıbeti arasında parallelik kurmalar, bunların hepsi boş işler. Türkiye Mısır değildir ve de Erdoğan da Mursi değildir. Türkiye artık ‘birinci lig” ülkesidir, sen Belçika’da ya da Kanada’da darbe ihtimalinden söz edebilir misin?”

Arkadaşım, o pişmanlık ve dışlanmışlık halinden sıyrılmış, eski polemikçi enerjisiyle konuşmaya başlamıştı. Hoşuma gitti. İnsan ne de olsa eski arkadaşlarının pişmanlık ve dışlanmışlık içinde kahrolmasından memnun olmuyor.

“O halde gel de seninle tartışalım, dedim, önce şu konuda anlaşalım. Evet, ne Aydınlıkçılar, ne Sözcüler, ne Ergenekoncular, ne de şu CHP’nin ‘seçim mağlubiyetinden’ gözü yılmış ‘ulusalcı’ kanadı hiç mi hiç heveslenmesinler…Bu ülkede hiçbir general hatta albay, bir darbe yapmayı göze alamaz. 12 Eylülden beri de alamadılar zaten. 28 Şubat’ta darbe yapar gibi yaptılar. Erbakan dirense, sokağa çıkan tanklar, ‘biraz hava aldık, hangarlara dönüyoruz’ diyerek dönerlerdi; şu ünlü 27 Nisan muhtırası ise 12 Mart muhtırasının yanında vızıltı gibi kaldı. Türkiye’de ordu darbe yapamaz…Ama dur bakalım; bunun nedeni, Türkiye’nin ‘birinci lig’de olması değil…”

Anlatmaya başladım:

“Darbe yapamaz derken, artık darbe ‘yapamaz’ hale geldiğini söylemiyorum. Fırsat bulsa yapar. Avrupa Birliği ülkeleri, Kuzey Amerika ve Avustralya dışında, bütün ülkelerde darbe olabilir. Kimisinde darbe  olması yüzde birlik bir ihtimaldir, diğerinde yüzde seksen ihtimalle darbe beklenebilir. Türkiye’de de, yakın bir tarihte, Amerika’da yaşayan karanlık ilişkili ünlü  bir Türk o sıralarda AKP hükümetine karşı “darbe ihtimali yüzde elli” demişti. Evet Belçika’da ya da Almanya’da darbe ihtimali absürddür. Ama Türkiye’de değil…”

“O eskidendi,diye itiraz etti arkadaşım, AKP orduda büyük tasfiyeler yaptı, şimdiki Genelkurmay Başkanı siyasetin emrinde ‘güvenilir’ bir general…”

“Evet, doğrudur, AKP orduda büyük tasfiyeler yaptı, Genelkurmay’a “güvenilir” bir generali getirdi. Doğrudur da, bu “güvenilir” generallere “güvenmek” kediye ciğer teslim etmek gibidir. Şili’de vaktiyle Allende Pinoşet adındaki generali “ılımlı” diye ordunun başına getirmişti. Evren de “güvenilir” birisi olarak Demirel’in onayıyla Genelkurmay başkanlığına atanmıştı. Ve şimdi Mısır’da Mosri’yi deviren Sissi de, “karısı peçeli” bir Müslüman olarak iktidarın “güvenini” kazanmıştı.”

Arkadaşımdaki tereddüt kısa sürdü.

“Bunu düşünmemiştim, ama sen şuna yanıt ver: AB’ye aday üye ve NATO’ya üye olan bir ülke Türkiye. Mısır öyle mi?”

Sanırım itiraz ederken sesi biraz cılız çıkmıştı. “Darbe olmaz” tezinden şüpheye düştüğünü hissettim.

“Evet, dedim, AB’ye aday olan ve NATO’ya da üye olan bir ülkede darbe ihtimalinin düşük olduğu söylenebilir. Bir ölçüde doğrudur da, Türkiye 1952 yılında NATO’ya üye olmuştu ve1959 yılında da  şimdiki AB ile ilk ilişkiyi kurmuştu. Ama o tarihlerden bu yana 1960’ta, 1971’de, 1981’de darbeleri yaşadı ve  daha sonra da 1997’de “post modern” darbeyle yüz yüze geldi. Demek ki, AB ve NATO “çapası” darbeleri önlemeye yetmemiş. Bundan sonra yeteceğine dair ne gibi bir garanti var?”

Arkadaşım, kendisinin de mağdur olduğu darbe günlerini hatırlamanın verdiği ürpertiyle bağırdı; “Evet, öyle oldu ama, artık ABD izin vermez ve ABD’nin izni olmadan da bu ülkede ordu darbe yapamaz…”

Kendi kendisini yatıştırmaya, darbe korkusunu savuşturmaya çalışıyordu.

“Evet, dedim, bu tez doğrudur; ABD izin vermedikçe Türkiye’de ordu darbe yapamaz. İyi de, ya izin verirse? Hiç kimse ABD’nin büyük bir kriz anında böyle bir “izin” vermeyeceğini iddia edemez. Geçmişte ve yakın geçmişte bu “izni” verdiğine göre ve hala, örneğin Mısır’da da böyle bir “izin” verdiği söylendiğine göre bölgesel koşullar gerekli kıldığında, tıpkı 1979’da CENTO’nun yıkılmasına neden olan İran Humeyni “devrimi”nden bir yıl sonra 12 eylül darbesine “izin” verdiği gibi izin verecektir. Verir…Ne dedik; “güvenilir general” nasıl olmazsa, ABD’ye de “güven” olmaz. Yüzüne gülerken, arkandan “altını oyar”…Bu, Çağlayangil’in sözüdür. Şimdi halk Gezi’deki gibi sokaklara dökülse, yalnız orta sınıflar değil, yoksullar da parkları işgal etse, ABD’de de, ‘bizim oğlanlar harekete geçsin’ derse, o anda darbe olur, bunu unutma…”

Arkadaşımın nefes nefese kaldığını telefondaki hışırtıdan anlıyordum, kerata çok sigara içtiği için nefes alışları sıklaştıkça hışırtısı da artıyordu:

“Ama bu halk AKP’nin ekonomik mucizesinden kazançlı çıktı,  neden sokaklara dökülsün; bir darbeye yol açacak kadar sokakların Mısırdaki gibi milyonlar halinde dolup taşması ekonomik kriz olmadan mümkün olmaz…Baksana Mısır ekonomik iflasın eşiğinde, dünya krizde, Türk ekonomisi ise AKP sayesinde aslanlar gibi, dimdik ayakta, hem dik durmakta, hem de herkese diklenmekte…”

“Senin işler nasıl şu sıralar?” diye sordum.

Boş bulunup, hemen yanıtladı: Vallahi şu Gezi’den beri bizim dükkan neredeyse sinek avlıyor”…

Tuzağa düştüğünü hemen anladı. Zeki bir arkadaştır.

“Ne demek istiyorsun?” diye terslendi. Anlattım.

“Elbette Türkiye gibi bir ülkede, bir darbeye ortam hazırlayacak ölçüde kitlesel ve kolayından bastırılamayacak gösterilerin meydana gelmesi için, ekonomik bir krizin olması şart olmasa da, bir de hoşnutsuzluğa ekonomik kriz eklenirse, Allah selamet versin demekten başka çare kalmaz. Ama sen küresel krizin önce sinsi adımlarla, şimdi Borsa’yı çökerten bir hışımla Türkiye’nin kapısını çaldığını görmüyor musun? Türkiye ekonomisinin krizlere bağışıklık kazandığı boş bir masaldır; Türk ekonomisiyle kıyas kabul etmeyen dev ekonomiler krize girerken, Türk ekonomisinin krizsiz bir gelişme göstereceğini söyleyen kişiyi İktisat birinci sınıftan öteye geçirmezler. Daha şimdiden büyüme rakamları düşmeye, enflasyon yükselmeye başladı bile. Borsa ve piyasa kaynıyor ve sıcak para büsbütün ısınıp yavaş yavaş buharlaşıyor. Bu para uçtuğu zaman, Türkiye Cumhurbaşkanının Başbakanın suratına anayasa fırlatmasına gerek kalmadan krize yuvarlanır…”

“Ordu kışlasından çıkmadan MİT haber alır, polis eski polis değil, muazzam bir güç, hükümetin yanında, yakında ağır silahlarla da donatılacak, anında darbeyi bastırır…”

Güldüm. Bizim eski arkadaş polisten medet umar hallere gelmişti. Bu bir bakıma benim suçumdu, ona çizdiğim tablo karanlıktı ve o da karanlıkta ilk rastladığı polise sarılmıştı.

“MİT haber alır almasına da, sen o polise yine de güvenme…Vaktiyle iyi bir Taraf okuruydun. Emre Uslu’yu da yutar gibi okurdun. Onun yazılarını şöyle bir hatırla. Taraf gazetesinde polis istihbaratı adına MİT’e karşı savaş açıldığını biliyorsun elbette. Neden? Çünkü polis büyük ölçüde ‘cemaatin’ denetimine girdi. Hükümet MİT Müsteşarını bunların elinden zor kurtardı. Polisi bir yandan pohpohlarken, bir yandan da tasfiye üstüne tasfiye yapıyor, ama olmuyor…Ve şimdi düşün…Kriz derinleşmiş, kitleler sokağa çıkmış, generallerinin Silivri’deki hazin durumu, diyelim ki, bir paşanın intiharıyla kışlalarda öfke patlamalarına yol açmış, sokak gösterilerinde kan dökülmüş…Ve….ABD ‘izin’ vermiş…Bu durumda cemaatin başındaki kişinin ABD’de oturduğunu hatırlaman çok önemlidir. Önemlidir çünkü böyle bir darbe girişimi esnasında sen o polisin, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, Erdoğan’ın karşısına çıkmasa bile darbe karşısında pasif kalacağını hesaba katmalısın…”

Arkadaşım önce uzunca sustu. Tam telefonu kapayacaktım, hafif ve hazin bir sesle şöyle dedi:

“Eee, yani Türkiye’de darbe mi olacak, Erdoğan Mursi’nin kaderini mi paylaşacak? Hani en başta, bu ülkede ordu darbeye teşebbüs edemez demiştin…Bu giriş cümlesiyle beni kandırmak mı istedin?”

“Sakin ol kardeşim, diyerek onu yatıştırmaya çalıştım, en baştaki cümlemde ısrar ediyorum, şu sakil tabirle söylersem, ‘sözlerimin arkasındayım’, vazgeçmek yok, yola devam edelim; şimdi beni can kulağı ile dinle…Diyelim ki, yukardaki ‘senaryo’ gerçek oldu. Kriz derinleşti, milyonlar sokakta, can kayıpları var. Bir general kendini astı. Kışlalar patladı. ‘yarım milyon asker kışlalarında zor zaptedilir hale geldi’. Ve, diyelim ki, hükümetin dış politikasından hoşnut olmayan ABD, ‘geçici bir model’ olan AKP modelinden, daha ‘kalıcı’ bir model olarak ‘cemaatçi’ bir modele geçme kararı verdi, bunu bölgedeki çıkarları açısından daha uygun gördü ve….Darbeye ‘izin’ verdi…Ve tıpkı Sissi gibi ‘güvenilir’ Özel mikrofon başına geçti…Ne olur?

Ne olacağını ben sana anlatayım: O anda ilk iş olarak gerilla çekilme hızının yüz katı bir hızla geri döner. Çünkü bu gerilla 12 Eylül darbesine karşı örgütlenmişti. Darbenin Kürdistan için ne anlama geldiğini o gerilla Diyarbakır zındanında test etmişti. Darbeye karşı mücadele, sınırlı parlamenter rejim koşullarında yürütülen ‘düşük yoğunluklu’ çatışmalara’ asla benzemez. Savaş akıl almaz boyutlara tırmanır. Bölgedeki devletler arasındaki çelişkilerin etkisiyle bu savaş tüm Türkiye’yi kapsar. Metropollerdeki Kürt nüfus, geçmişte olduğu gibi örgüt tarafından ‘frenlenmez’, herkes elindeki bütün araçlarla darbeye karşı direnir. Böyle bir direniş, AKP’nin ‘rantçı’ kesimlerini korkutsa da, AKP tabanındaki  milyonlarca emekçi insanı, Türkiye tarihinde ilk defa bir askeri darbeye silahla karşı koymaya cesaretlendirir. Ve Türkiye o anda büyük bir tehlikeye sürüklenir: İç savaş…”

Durdum ve arkadaşımın ne diyeceğini merak ettim. Susuyordu.

“İşte dedim, yalnızca bu etken, yani otuz yıldır örgütlenmiş Kürt halkının darbelere geçit vermeyecek muazzam bir güç haline gelmiş olması, Türkiye için darbe ne kadar kaçınılmaz hale gelirse gelsin, ordu yeniden darbe yapmak için ne kadar hazırlık yapmış olursa olsun, ABD böyle bir darbeyi ne kadar tek çare olarak görür hale gelirse gelsin, Kürdistan gerçeği, Kürt halkı, onun öncü güçleri, onunla kader birliği yapan sosyalist hareket, AKP’den yüz çevirip Kürt özgürlük hareketiyle dayanışmaya giren demokratlar, liberaller, özgürlükçü Müslümanlar, onlar ezilip, yok edilmedikçe, darbeye geçit vermezler.

Hiçbir general, hiçbir Amerikalı böyle bir gücün karşısında Türkiye’yi yıkmayı ve 'bölünmeyi'  göze almadıkça, darbeyi de göze alamaz.

Kürdistan darbelere karşı Türkiye’nin sigortasıdır.”

Tuhaf bir hırıltı duydum. Arkasından arkadaşım şöyle bağırdı:

“Biji serok Apo, Biji Kürdistan…”

Sonra, “hay Allah, bana da ne oldu?” dedi ve telefonu kapadı…