Yazar Aydın: Kürt sorunu çözülmedikçe bu kirli işler sürecek

Susurluk dönemindeki aktörlerin tekrar gündeme gelmesinin Türkiye’nin 1990’lı yıllara döndüğünün göstergesi olduğunu belirten Tarihçi yazar Erdoğan Aydın, Kürt sorunu çözülmediği müddetçe bu tip kirli ilişkilerin süreceği uyarısında bulundu.

Devlet bağlantılı çete lideri Sedat Peker'in ifşaatlarını enine boyuna analiz eden tarihçi yazar Erdoğan Aydın, 1990’lı yılların Türkiye’sine geri dönüldüğüne, sadece patronaj ilişkisinin değiştiğine dikkat çekti. Bugünün dünyasında dünkü avantajların elde edilmesinin artık kesinlikle imkansız olduğunu ekleyen Aydın, son gelişmeleri ANF’ye değerlendirdi.

Çete lideri Sedat Peker'in devlet-siyaset-mafya üçgenindeki ifşaatları nasıl okunmalı?

Aslında henüz daha iktidarın bütününe yönelik bir suçlama yapmıyor Sedat Peker. Örneğin doğrudan sarayı karşısına almıyor, buna dikkat ediyor. Önce Pelikancılarla başladı, arkasından Mehmet Ağar’ı sonra da Süleyman Soylu’yu karşısına aldı. Şu anda öyle gözüküyor ki, Pelikancılara yönelik eleştirileri arkaya atmış, Ağar ve Soylu ile uğraşan bir yerde duruyor. Bunu yaparken de iktidarın asıl merkezine yönelik aslında bir uzlaşı, çözüm paketi önerisinde bulunuyor. Bu anlamda bir politik taktik izliyor.

İstediği sonucu alabilir mi? Mümkün olabilir. Çünkü bugüne kadar söz konusu videoların internet ortamında en azından Türkiye’de yasaklanmamış olmasından, en ufak bir muhalif kliği ve çok sayıda siteyi yasaklayan iktidarın bu açıklamalardan bir fayda elde ettiği sonucu çıkar.

Sizce bu fayda ne olabilir ?

Bu fayda, sarayın kendi iktidarı içinde rakibi olabilme potansiyeline sahip olan Mehmet Ağar gibi, Süleyman Soylu gibi unsurların kamuoyundaki etkisini zayıflatmak, onları etkisizleştirmek, yıpratmak olabilir. Bu isimler kamuoyu nezdinde ve devlet bürokrasisi düzeyinde, özellikle MHP ile kurulan ittifak nedeniyle önemli bir etkinlik elde etmişlerdi. En çok da devletin güvenlik mekanizması içinde büyük bir etkinliğe sahiplerdi.

Soylu da en azından MHP’li ve AKP’li kamuoyunda geleceğin iktidar adayı prestijini elde etmeye başlamıştı. Bu nedenle saray bu unsurların yıpratılmasında fayda görüyor. Bunları tasfiye eder mi etmez mi, şu anki verilerle bunu net olarak söylemek mümkün değil. Ama en azından tasfiye etmese de hırpalanmış, yıpratılmış, etki alanı zayıflamış, dolayısıyla daha rahat kontrol edilebilecek bir hale getirmek istiyor onları. Peker'in açıklamaları da bunu sağlayan bir işlev gördü.

Gerçekten adil bir yargılama ve soruşturma yapılmamış olsa bile bugün Mehmet Ağar Marina’ya çökmüş, uluslararası eroin ticareti ile bağlantılı görünen, keza milletvekili oğlu Elazığ'da bir gazeteciye tecavüz etmiş veya öldürülmesinde rol almış gibi bir görüntüyle dolaşıyor artık. Bu iddiaların karşısında Mehmet Ağar’ın doğrudan meclise ve mahkemeye başvurup, söz konusu iddiaların soruşturulmasını ve aklanmayı talep etmesi veya sessiz kalması lazım. Şu anda sessiz kalmakta.

Mehmet Ağar konusunda bugüne kadar çok sayıda benzer açıklamalar oldu, hatta faili meçhul cinayetlerle öldürülen kişilerin aileleri hakkında suç duyurularında bulundu. Neden bu açıklamaları Sedat Peker yaptığında önem kazanıyor?

Çünkü Sedat Peker o mahallenin içinden biri. Peker, bizzat Kutlu Adalı ve geçmişte AKP için yapmış olduğu mitingler örneklerinde görüldüğü gibi, mekanizmanın önemli bir dişlisiydi. Dolayısıyla içerden yapılan itiraf her zaman dışsallaştırılmış olan kişilerin, kurumların yaptığı açıklama veya eleştirilerden çok daha büyük etki yapar. Sedat Peker, düne kadar iktidar koalisyonunun bir parçası, bir kolu, hassasiyetlerinin bir kesimini temsil eden kişiydi.

Dolayısıyla bu yaptığı ifşaatlar, seslenebildiği kesimler nezdinde hükümetin büyük bir etki kaybına uğraması ve hükümetin bizlerden gizlediği bir şeylerin doğrudan içeriden birisi tarafından söylenmesi anlamına gelir. Bu nedenle, muhalifin ya da dışsallaştırılmış bir gücün yapmış olduğu açıklamadan daha büyük bir etki yaratması çok doğal ve anlaşılır bir durumdur. Bu aynı zamanda Türkiye’de devletin hiçbir şeyi şeffaf yapmadığı, anayasanın gereklerine uymadığının da göstergesidir. Gizli yerlerden bir şeyler dışarıya taşmaya başladı. Sedat Peker'in açıklamaları bunu gösteriyor.

Peker’in özellikle Türk İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu hedef almasının arka planı nedir sizce? İddia ettiği gibi ona çok yardım etmesine ve dönüş bileti olmasına rağmen bu sözünü tutmaması mıdır? Yoksa bunun arkasında başka bir neden var mı?

Bu başlangıç açısından böyledir. Yani yatırım yapılan kişinin verdiği sözleri yerine getirmemesi sonucunda Peker'in tepkisel çıkışından söz edebiliriz. Ama gelinen noktada artık böyle değildir. Bu işin bir yanı, Peker’in Soylu’yu bu sürecin zayıf karnı olarak görmesi olarak düşünülebilir ama daha ciddi olasılık, bütün etki gücünün Erdoğan’da olduğu bilindiğinden, Soylu ve Erdoğan arasındaki çelişkiyi derinleştirerek kendisini Erdoğan üzerinden kurtarma ve Soylu'yu da yapmadığı yardım karşısında tasfiye ettirme planlamasıdır.

Peki, Süleyman Soylu’nun bu suçlamalar karşısında yaptığı açıklamalar nasıl değerlendirilmeli?

Soylu kendini savunmak için televizyon programlarında söz konusu mafya lideri Peker'in iktidarın önemli bir milletvekilini maaşa bağladığını söyleyerek bildiği çok şey olduğunu ima etti. Hatta istifa etmeyeceğini belirtirken, görevden alınmasını ‘azdan az, çoktan çok gider ’ diye niteleyerek aslında iktidarın bir numarasına karşı, saraya karşı adeta diş gösterdi. Adeta, ‘Bana dokunamazsın, ben de sizin hakkınızda bir şeyler biliyorum’ demeye getirdi.

Bu denklemde önce MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın günler sonra Soylu’ya sahip çıkması nasıl okunmalı?

Erdoğan'ın sahiplenme açıklaması aslında 3 hafta sonra geldi. Bu bile gösteriyor ki çok da isteyerek bir sahiplenme durumu karşısında değiliz. Ama diğer taraftan dışardan gelen bu eleştiri ile suç kanıtlarından biri hakkında bile gereği yapılırsa, bu işin hızla yaygınlaşacağına ve bütün iktidarı içine alacağına dair bir algı edinmiş olmalı ki Süleyman Soylu’yu sahiplenme yoluna gidildi. Bunda hiç kuşkusuz Devlet Bahçeli’nin sahiplenmesi de etkili oldu. Kurulmuş koalisyonun bozulmasının göze alınamayacağını göstermiş oldu.

Cumhurbaşkanının grup toplantısındaki konuşmasından, kendi içinden en küçük bir görevden alma veya fire halinde bu işin bütün iktidarı saracağı korkusuyla var olan durumu olduğu gibi savunma kararı verildiği anlaşılıyor. Bu aynı zamanda da Peker ile varsa yürütülen bir müzakereden vazgeçilmiş olması ihtimalini güçlendiriyor ve dolayısıyla bir anlamda iplerin koparılmasıyla karşı karşıyayız. Aynı konuşmada Erdoğan, Meral Akşener'e yapılan saldırılara değinerek, ‘Bu daha iyi günler, daha fazlasını yapmadıkları için dua et’ şeklindeki sözleri, aynı zamanda içine girilen hattın memleketi bugünden daha ağır bir gerilim atmosferine sokacağının göstergesi.

Bu sahiplenmeden sonra Peker’in açıklamalarının birebir iktidara ve Erdoğan'a uzanabileceğini düşünüyor musunuz?

Peker’in önümüzdeki günlerde el yükseltip daha ciddi açıklamalar yapma ihtimalini bekleyebiliriz. Zaten son videosunda bunun sinyallerini vermişti. Örneğin eski başbakan Binali Yıldırım’ın oğlunun uyuşturucu ticaretinde çok kritik bir rol oynadığını iddia etti. Bu iddia uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler nezdinde büyük bir suç. Demek ki Peker sarayı doğrudan karşısına almasa da, sarayı etkileyecek önemli iddialarda da bulunmaya başladı.

Mesela Halil Falyalı’nın Kıbrıs’taki uyuşturucu kavşağında duran bir adam olduğunu iddia etti. Falyalı da Türkiye’nin desteğiyle seçilmiş olan son Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile birlikte fotoğraflar çektiren bir adam. O zaman dünyanın bütün yayın kuruluşlarının aklına, ‘Yoksa Ersin Tatar’ın seçim kampanyasının finansmanı bu paralarla mı yapıldı?’ sorusu gelebilir. Aynı zamanda Peker konuşmalarında Suriye’ye giden silah imalarında bulunuyor. Bu meseleyi açmıyor ama belli ki orayla ilgili de bilgilere sahip. Bana öyle geliyor ki Sedat Peker, eğer bizim daha bilmediğimiz talepleri iktidar tarafından karşılanıp susmazsa veya bir uluslararası operasyonla ortadan kaldırılmazsa, konuşmaya devam edecek ve bu mesele büyüyecek.

Peker son yayınladığı videoda gazeteciler Uğur Mumcu, Kutlu Adalı, Kürt işadamları cinayetlerine değinerek hangi mesajı vermek istedi?

Peker, 1990’lı yıllardaki kontrgerilla cinayetlerini yapanların bugün iktidarın yanında olduğunu söyledi. Hatta Kutlu Adalı örneğini vererek, bağımsız bir devlet olduğu iddia edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Türkiye’den birilerinin gidip insan öldürüp, geri gelebildiğini, kimsenin onları soruşturmadığını da söyleyerek 1990’lı yıllarda üstü kapatılmış gibi gözüken çok ciddi bir iddiayı tekrar güncelleştirdi.

Açıklamaların tümüne baktığımız zaman, aslında sadece Türkiye ile sınırlı olarak okunamayacak, devletlerarası, uluslararası ve petrol ticaretinden uyuşturucu ticaretine uzanan, Kutlu Adalı’dan Uğur Mumcu cinayetlerine kadar 1990'lı yıllarda var olan ve bugün de varlığını sürdüren suçlar anlamında çok büyük şebeke ortaya çıkıyor.

Türkiye'de uzun yıllardır bitmeyen devlet-mafya-siyaset ilişkisinde bir iç içe geçmişlik var. Bu neden kaynaklanıyor?

Türkiye'de 1960-1970’li yıllarda da çok büyük mafya liderleri vardı ama bunlar devletle bugünkü gibi işbirliği yapan güçler değillerdi. Evet, suç şebekesiydiler, hukuk dışı alandaydılar ama devletin doğrudan uzantısı olmadılar. Devletle aynı ideolojik mantaliteye sahip, devletin yetiştirdiği ocaklardan gelme ve devletin muhaliflerinin ortadan kaldırılmasında kullanılan insanlar değillerdi. Kendilerini bu anlamda kullandırtmazlardı. Çünkü kendilerine özgü bir şerefleri vardı.

Örneğin bir kadına saldırmazlardı, fakiri geçindirirlerdi, adaletsiz bir durum olunca vatandaşlar arasında gidip çözerlerdi. Gidip muhaliflere saldırmazlardı örneğin, tam aksine onlara saygı duyarlardı. 1970’li yılların mafya çeteleri özellikle sosyalistlere, dirençlerinden dolayı büyük saygı duyarlardı. Bu durum 12 Eylül darbesinden sonra değişti. Bugün bütün mafya çetelerine baktığınızda, hepsi devletin ideolojik tandansına sahipler, devletin muhaliflerine karşı saldırılar organize ediyorlar, devletin elini kirletmek istemediği işleri yapıyorlar. Ve ne oluyor? Bunun sonucunda başta uyuşturucu olmak üzere çok büyük gelir kaynakları veriliyor. Bunlar mahkemeye düştüklerinde doğru düzgün yargılanmıyorlar. Cezaevindeyseler salıverilmeleri için özel aflar çıkartılıyor. Dolayısıyla bugün karşımızda klasik bir mafya örgütü de söz konusu değil. Bunlar yarı politik, yarı suç örgütü insanlar.

Susurluk dönemindeki aktörlerin bugün tekrar gündeme gelmesi nasıl bir siyaset ortamına işaret ediyor? Bu Türkiye’de aslında hiçbir şeyin değişmediğinin de bir göstergesi mi?

Bu aslında işin sadece AKP iktidarıyla sınırlı bir iş olmadığını gösteriyor. Örneğin Maraş katliamı, Sivas katliamı veya Uğur Mumcu’nun ve bir dizi profesörün, öğretim üyesinin, bu arada bir jandarma komutanının öldürülmesi, Lice’nin yerle bir edilmesi gibi sayabileceğimiz üstü kapatılmış bir sürü olay aslında bu işi daha yukardan, daha karşıdan ve daha tarihsel bir yerden görmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu iş, örneğin ulusalcı yorumcuların iddia ettiği gibi, sadece AKP ile bağlantılı görülebilecek bir iş değil. Kürt sorununu çözme iradesi gösteremeyen, göstermeyen, kendini Kürdün inkarı, geçmişte Ermeni soykırımı inkarı, Alevilerin eşit yurttaş olmasının engellenmesi, işçilerin, sosyalistlerin, sendikacıların gerçek anlamda hak mücadelesi verebilmesinin bastırılması üzerinden tahkim etmiş bir rejimin krizi karşısındayız.

Farklı ideolojik referanslı partiler döneminde, farklı dünya konjonktürlerinde eğer bir rejim 1990'larda ve 2020’lerde benzer işler yapıyorsa, bu önemli bir sorundur. Örneğin, 1990’lı yıllarda dünyada NATO’dan ve soğuk savaştan kaynaklı kirliliği temizleme yeteneği gösterilirken, Türkiye bu yeteneği göstermiyorsa; 1990’lı yıllarda devlet güçlerinin, politikacıların ve gazetecilerin mafya ile kurmuş olduğu ilişki bugün daha büyümüş bir şekilde karşımıza çıkıyorsa, o halde bu ülkede rejimle ilgili ciddi ve tarihsel bir durumla karşı karşıyayız. Buradan bakmazsak sorunun niye tekerrür ettiği sorusunun cevabını veremeyiz.

Bir kıyaslama yapılırsa bugünkü durum daha mı vahim?

Bence Sedat Peker’in şu ana kadar açıklamaları bile aslında 1990’lardan daha vahim bir durum olduğunu gösteriyor. Yani iktidardakilerle suç örgütleri arasında çok kötü işbirlikleri yapıldığını gösteriyor. Örneğin 1990’lı yıllarda bir suç örgütü liderinin iktidar yanlısı miting düzenleyebilmesi veya kalkıp da akademisyenler hakkında kan dökmekten söz ederken, bir mahkemenin ‘bu fikir özgürlüğüdür’ diye karar vermesi mümkün değildi. 1990’lı yıllarda İçişleri Bakanı bizzat kendi hükümeti tarafından feda edilmek zorunda kalındı. Bugün ise şu ana kadar bu yapılmadı. 90’larda farklı kurumlar ve basın bunların üstüne gidebiliyordu.

Demek ki bugün durum dünden çok daha vahim, bu da doğrudan politikayla alakalı. Neden dünyanın bütün ülkelerinde 1990 öncesinde gladyolar vardı? Çünkü soğuk savaş, devletlerin doğrudan yapmak istemediği işleri yaptırabilecekleri suç örgütlerine ve bunlarla kurulmuş yasadışı ilişkilere ihtiyaç duyuyordu. Sovyetler Birliği çözüldükten sonra bütün devletler kendi gladyolarını tasfiye ettiler. Bu konuda savcılar çıktı, basında ciddi haberler çıktı. Türkiye de aslında buna başladı çünkü Susurluk’ta suçüstü yakalanmışlardı ama buna rağmen peyderpey üstü kapatıldı. Demek ki bizde tıpkı soğuk savaş düzeninin ihtiyaç duyduğu politik gereksinimler gibi bir şey var ki bu devam ediyor. O halde kendimizle yüzleşelim.

Nasıl yüzleşilecek?

Türkiye Kürt meselesini çözmediği müddetçe, daha fazla militarizasyon, daha fazla kimlik inkarı ve daha fazla bu tip ilişkiler devam edecektir. O halde bizim demokrasi dediğimiz şey, aslında bu tarz suç örgütleriyle kurulmuş ilişkileri fiilen ortadan kaldırır. Evet, Sedat Peker'in bütün iddialarının üzerine gidilmesi lazım, mecliste araştırma komisyonu kurulması lazım ama bunlar yetmez. Aynı zamanda bu ülkenin 100 yıldır ayağına dolanan politik sorunlarını da çözmeye artık girişmesi lazım. Bunları çözdüğünde hem mafya çözülecek, hem diğer meseleler çözülecek, hem de Türkiye'nin kalkınmasının önü açılacak.

Kürt meselesi Türkiye'nin gençlerini, ekonomisini, hukukunu tüketen bir sorun olmaktan çıktığında ülkenin hızla demokratikleşmesi, hızla zenginleşmesi, hızla hukuk devleti haline gelmesi sağlanabilecek, Avrupa Birliği ile yaşanan sorunların hızla çözüldüğü bir avantaja dönüşecek. Yani bugün bizim ayağımızı kilitleyen bir meseleyi çözmeye yönelen bir devlet aklı olduğunda, bütün bu meselelerinin çözümünün Kürt meselesiyle sağlandığı ortaya çıkacak. O nedenle siyasi analistlerin mutlaka bu sorunun Kürt mesele ile bağlantısını düşünmeleri lazım. Düşünmüyorlarsa, aslında bu memleketin hakiki çözümlere ulaşmasını engelleyen bir zihni kelepçeden kendilerini kurtaramıyorlar demektir.

Sedat Peker son kasetindeki ifşaatlarında, Kürt ve Alevi sorunlarının çözülmek istenmediğine dikkat çekti. Bu durum, devlet tarafından kullanılan ve ne olursa olsun ‘kol kırılır yen içinde kalır’ zihniyetinde de bir değişikliğe işaret ediyor mu?

Bu durum Sedat Peker’in bugüne kadarki mevcut ideolojik alanının koşullanmasının dışına çıkmaya başladığının ve önümüzdeki günlerde de çıkabileceğinin göstergesi. Keza bununla birlikte kendisinin de bir parçası olduğunu belirterek, ‘Kutlu Adalı’yı bana vatan haini olarak anlattılar, ben de kardeşimi verdim’ diyerek bunun da aslında öyle olmadığını söylüyor mesela. Burada devletin içindeki güç odaklarının kendilerini kullandığını iddia ediyor. Bu insan aslında bu mevcut açıklamalarında, yavaş yavaş ‘Ben kullanılmışım, benim gibi bir sürü insan kullanılıyormuş, vatan, millet diye bizi kışkırtıyorlarmış, koşullandırıyorlarmış’ demeye başladı.

Dün Barış Akademisyenleri’nin kanıyla duş yapacağım diyecek kadar ahlak dışı bir yerde dururken, bu ahlak dışılığı "vatanseverlik" olarak düşünen bir yapı içinde dururken, aslında bugün yarım da olsa özür dilemekten söz ediyor. Kürt meselesinin devlet tarafından istismar edildiğini söylüyor. Bu gidişat aslında önümüzdeki günlerde daha büyük açıklamalar yapabilme ihtimali olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu artık sadece bir Sedat Peker olayı değil, ondan çıkmıştır, bir kelebeğin kanat çırpıntısından pekala ciddi bir deprem yaşanabilir.

Peker'in bu açıklamalarında da, yaşanan birçok olay sonrası olduğu gibi, iktidar yine ‘Türkiye’ye operasyon’ argümanını öne sürüyor. Bu sizce iddia edildiği gibi bir operasyon mu, yoksa iktidar içindeki bir iç çatışmanın su yüzüne çıkması mıdır?

Bir uluslararası operasyondan söz etmek aslında toplumun iktidara yedeklenmesini sağlamaya yönelik, çok kullanılan, çok yıpranmış ve işe yaramayacağı açığa çıkmış bir taktiktir. Ortada bir uluslararası operasyon yok, iktidarın kendi içinden çözülme süreci ile karşı karşıyayız. Hiç kuşkusuz uluslararası güçler bu krizin belli bir aşamasında devreye girerler. Örneğin Sedat Peker’in iddia ettiği uluslararası uyuşturucu ticareti eğer doğruysa ve işin içinde eski başbakan Yıldırım’ın oğlu varsa, uluslararası hukuk açısından Birleşmiş Milletler’in devreye girmesi kaçınılmaz. Ama iktidar bunu sanki ‘dışarısı bize karşı komplo yapıyor’ imajı vererek, mümkünse iktidar çevresindeki halkın çözülmesine engel olmaya çalışıyor. Halbuki aynı iktidarı ABD bizzat iktidara getirmişti.

Bu iktidarı eski devlet unsurları olan ordu güçlerine, eski Ergenekon güçlerine karşı savunan da uluslararası güç odaklarıydı. Bunları anımsadığımızda, aslında bu iktidarın işaret ettiği güç odaklarıyla öyle bir yapısal sorun yaşamadığını biliyoruz. Ortada bir uluslararası komplo değil, tam tersine yönetemez hale gelen iktidarın mevcut durumu tersine çevirerek, çarpıtarak halk desteğinin dağılmasını engellemeye yönelik propaganda söylemi var. Dünyadaki tüm otoriter, totaliter iktidarların başvurduğu klasik bir propaganda yöntemidir.

Bu krizin faturası kime çıkar?

Benzeri krizlerde olduğu gibi bu fatura da halka çıkar. Bu durum, daha da fakirleşmiş, uluslararası kredi bulma kapasitesi biraz daha düşmüş, zamların kaçınılmaz olarak yükseleceği, temel güvencelerin artarak ihlal edileceği bir döneme doğru hızla gitmekte olduğumuzu gösteriyor. Bu savunmacı yöntem, güvenlikçi ve soruşturma yapmam tavrı, muhalefet partilerinin Rize’de gördüğümüz gibi siyasi faaliyet yapmasını engelleme tehditlerinden başlayıp, mutlaka ülkenin yoksullarına inecek birer kamçıya dönüşecektir. Oysa gerçekten halkını düşünen bir iktidarın yapması gereken, hukukun gereğini yapmaktır. Mafya ile girilmiş ilişkiyi tasfiye etmektir, ilişkiye girmiş olan insanların görevden alınmasıdır, bu konuda ortaya çıkan iddiaların bağımsız yargı tarafından soruşturulup, yargılanmasıdır.

Bu iddiaların soruşturulması için de mutlaka İçişleri Bakanı’nın istifa etmesi gerekir. Oysa Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşma, ‘Yılanlarla çuvala giren’ retoriğin terk edilmesi, onun yerine tam tersine, ‘Bizden yana herkesi savunuruz, kaptırmayız; bize karşı olan herkesi de, doğru bile söylese kesinlikle suçlarız’ diyen bir hatta girilmiş olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki bunun bedeli ülkeye, halka ve yoksullara çıkacaktır. İktidarın kendini kurtarmak için aldığı önlemler, Türkiye aleyhine işleyecektir. Zaten 7 Haziran 2015 seçimlerinden bugüne gelişen olayları şöyle bir anımsadığımızda, iktidarın tek derdinin iktidarda kalmak olduğunu ve bunun bedelinin ülke ve halka çıkmasına rağmen bunu çok umursamadığını görüyoruz. Ne yazık ki ağır bir bedel ödeme sürecinin yeni bir aşamasına girmiş vaziyetteyiz.

Tüm zorlamalara rağmen artık bu iktidarın bütün bu gelişmeler sonrası hala iktidarda kalması mümkün mü?

Orta vadede iktidarda kalmasının imkanı kesinlikle yok. Bu yol aslında denize düşenin yılana sarılması atasözündeki durumu ifade ediyor. Yılana sarılarak da bir çözüm üretme imkanı söz konusu değildir. AKP iktidarının en güçlü olduğu dönemi hatırlayalım; yüzde 34 oy aldığı, Avrupa Birliği hukuklarının gereğini yaptığı, basın özgürlüğünü genişlettiği bir dönemdir. Daha sonraları oyu artmıştır ama aslında bu meşrutiyet döneminden de uzaklaşmış ve sanki sürekli iktidarda kalabileceği kanısına kapılmıştır. Bugün gelinen nokta ise hem oy oranının düştüğü, hem de meşruiyet ve ekonomiyi düzeltme imkanlarının ortadan kalktığı, uluslararası ilişkilerin tümüyle sarpa sardığı bir noktadır. Fakat iktidar başka bir formül üretememekte ve geçmişte kullanılan yöntemlere sarılmaktadır.

Nitekim 1990’lı yılların aktörlerinin birdenbire iktidarla iç içe bir konuma yükselebilmiş olmaları, geçmişte bile yapmayı hayal edemeyecekleri şeyleri yapabilme cesaretini bulmaları bunun göstergesidir. Ben Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında da yeterince düşünülmemiş bir gönderme gördüm. Erdoğan, ‘Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha fazla benzer’ dedi. Bunu metin yazarları ne kadar bilinçli yazmışlar bilmiyorum ama bu söylenen adeta, ‘Bizim bugün yaptıklarımızla, geçmişte yapılanlar aynıdır’ itirafı izlenimini veriyor. Bu da aslında ağızdan kaçırılmış bir söz olarak duruyor. Ne yazık ki Türkiye 1990’lı yılların Türkiye’sine geri dönmüş, sadece patronaj ilişkisi değişmiştir. Ama bugünün dünyasında dünkü avantajların elde edilebilmesi artık kesinlikle imkansızdır. Özetle Türkiye’yi daha kötü günler bekliyor.