Halil Dağ’ın sinemaya yolculuğu…(2)

Kürdistan dağlarında yönetmenlik yapan ve 12 yıl önce bir çatışmada şehit düşen Halil Dağ’ın sinema serüvenini anlatan yazı dizisinin ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz. Halil Dağ’ın sinema yolculuğu, kendi kaleminden derlendi.

Halil Dağ (*), 30 Mart Pazartesi günü birinci bölümü yayınlanan yazının ikinci bölümünde şunları anlatıyor:

“Tîrej ile başlayan Berîtan’a kadar uzanan beş yıllık dağdaki sinema çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmadı. Dağlarda yaşayan bütün gerillalara mal oldu. Dağların en güzel yanı işte budur. Burada yapılan her şey herkesindir. Askeri bir eylemden tutalım en sıradan bir çalışmaya kadar yapılan her şey herkese mal olur. Bütün gerillalar sanki kendileri yapmışçasına onu sahiplenir. Onun üzerine değerlendirme yapar, eksiklerini eleştirir…

Her çalışmamız böylesine evrelerden geçti. Sadece film çalışmasını gerçekleştiren ekibimizle sınırlı kalmayıp bütün dağlara yayıldı. Dağlardaki bütün gerillalar tarafından tartışıldı ve çok uzaklardan eleştiriler geldi. Sinema çalışmaları konusunda bir tek bilgisi bile olmayan arkadaşların yorumlarını ilk başta kabul etmekte zorlandım. Buradaki hiçbir gerilla sinema yapmamıştı ama her gerillanın yapılan çalışmalar üzerine söyleyecek bir şeyleri vardı. İlk başlarda söylenenlerin birçoğunun yanlış olduğunu bile düşündüm. Bir zaman sonra asıl halkayı yakaladım. Ben bu gerillayı anlatıyordum. Ama arkadaşlarım yaptığım çalışmalarda kendilerini göremiyorlardı. Öyleyse gerillayı anlatamıyordum. Onların sözlerinin, eleştirilerinin ardındaki gizem işte buydu. Demek ki hala onların kalbinin yakalayamamıştım.

Ondan sonra daha özenli, daha dikkatli davranmaya başladım. Gerillayı daha dikkatli dinleyip aslolana daha derinde ulaşmaya çalıştım. Hiç birinin sinema konusunda akademik bir bilgisi yoktu. Bazılar çok uzun zaman bir tek film bile seyretmemişti. Ama yaptığım çalışmaları kendi çalışmaları gibi değerlendiriyor, eleştiriyor, kızıyordu. İlk başta alındığım bu yaklaşımları, sonraları sevmeye başladım. Onun, benim yaptığım bir filmi kendi eseri olarak görmesi, daha iyisini istemesi mutluluk vericiydi. Ve bütün bu zaman boyunca kendimde bir şeylerin biriktiğini fark ettim… Madem gerillayı anlatmak için yola çıkmıştım, öyleyse onu sonuna kadar dinlemeli ve onun kalbini yakalamalıydım. Yaptığım her çalışmayı ilk önce gerillaya sundum. En sıradan değerlendirmeleri bile ciddiye alıyordum artık. Onun içindeki aslolan bana doğru yolu gösterecekti. Sanat gerillanın sözlerinde saklıydı, bunu bütün her şeyimle hissediyordum.

Ve o günlerde Kürt sanatçısını, Kürt sinemacısının en büyük zaafına kendi ruhumda yakaladım. Halkın çelişkilerini yakalamak bir sanatçının ilk adımı olmalıdır. Bunu yakalamadan, ne akademik ünvanlar, ne de en güçlü teknik eğitimler başarıyı getirmeyecektir. Bir halk neyi yaşar, onun asıl çelişkileri nelerdir, sanatçının ilk sorması gereken sorular bunlardır.

Sadece sorup öğrenmek değil, bir de bu çelişkileri yaşamak gerekir. Sanatçı halkının gerisinde veya ötesinde değil, tam içinde olmalıdır. Halkını sanatın her hangi bir dalında işlenecek bir nesne gibi değil, onu hayatının öznesi olarak yaşamalıdır. Eğer bir savaşın filmini yapacaksa o savaşçıların dünyalarını paylaşmalıdır. Eğer halkının filmini yapacaksa 2006 yılının baharındaki gibi Amed’in sokaklarında devletle çatışmalıdır. Bir çocuğun filmini yapacaksa polisin vurduğu çocuğunu kucaklayan annenin sözlerini kendi kulaklarıyla duymalı, kendi gözleriyle görmelidir.

Sanatçı uzaktan izleyen değil, halkının içinde birebir yaşayan olmalıdır. Yaşamı kendi halkının ötesinde olan, düşünceleri mülteci, duyguları yabancılaşmış olan yine mutlaka sinema yapacaktır. Ama bu kendi halkının sineması olmayacaktır. Sanatçı halkıyla gülmeyi, onunla ağlamayı başaran, onunla omuz omuza, sokak sokak çatışan, gerekirse onunla ölmeyi bilen insandır.

Başka bir halkın sinemacıları olsaydık belki sinema yapmamız çok rahat olacaktı. Belki bunları tartışmayacaktık. Ama gerilla savaşı veren bir halkın sanatçılığına soyunuyorsak, onun sinemasını yapacağız diyorsak, hayatımızı şöyle bir ortaya koyup bir kez daha düşünmemiz gerekecektir…

Berîtan filmine gelinceye kadar yüzlerce gerillanın eleştirisini gönül rahatlığıyla dinledim. Onlar bu halkın çocuklarıydı. Onlar söylüyorsa bir halk söylüyor demekti. Görüş belirtmeyenlere ben sordum. Bu halka, bu halkın çocuklarına ne kadar yakın olduğumu duymak istedim. Her film çalışmamdan önce gerilla birlikleri içinde uzun uzun kaldım. Onların yüzlerindeki ter kokusunu duymaya, dudaklarındaki özlemi okumaya, gönüllerindeki sevdayı yakalamaya çalıştım…

Bu da benim sinemadaki yolumdur…

Masal ve ezgi…

Aslında filmlerimin hikâyeleri filmlerimden çok daha büyüktür. Bu şarkı benden çok daha önce bir yerlerde başlamıştır. Ben sadece bir yerden sonra dinlemeye, çok sonraları da utanarak söylemeye başlamışım. Hikâyelerime birebir tanık oluşum ise daha büyük bir sorundur. Hikâyeleri dinleseydim, bir yerlerden okusaydım işim belki çok daha kolay olurdu. İlk başlarda onları yaşamış olmamın, o acılara, hüzünlere, duygulara birebir tanık oluşumun bir avantaj olacağını düşünmüş olsam da, çalışmalar içinde bunun çok daha ağır bir soruna dönüştüğünü fark ettim.

Hikâyeleri yeterince işleyememe sorunu, bu konudaki bilgi ve tecrübe yetersizliğim çok uzun zaman çekingen davranmama neden oldu. Ama bir yerlerden başlamam gerektiğine de her zaman inandım. Mutlaka bir yerlerden başlamalıydım ki zaman içinde hakkını verebileydim. Hikâye benden önce başlamıştır bu coğrafyada. Ben hikâyeye bir yerinden katılırım. Ve şu gerçeğe ulaşırım… Kürt sinemasının sırrı gerçekte değil, masaldadır…

Ait olmadığım, içinde kendimi bulmadığım, ruhumun içinde olmadığı hiçbir hikayeyi işleyemeyeceğim açık bir gerçektir. Tîrej benden önce bu dağlarda yaşadı. Bir doktordu ve bir gerilla komutanı olarak bu dağlarda yürüdü. Ben bu dağlardaki bir patikada onunla bir kereliğine karşılaştım. O karşılaşmadan aklımda Tîrej in sadece uzun boyu ve gözleri kaldı… Yıllar sonra Tîrej in vurulup yaralandığı o gece telsiz cihazından son sözlerini o gecenin anlatılamaz serinliğinde, o dört bin yıllık ezginin içinde dinledim. Tîrej yaralı mevzisinden o büyük mütevaziliği içinde bütün yoldaşlara selamlar, Kürt halkının başı sağ olsun derken gözyaşlarımı tutamadım. Ve Tîrej’in mevzisindeki bu son sözleri beni yüreğimin ta derinlerinde bir yerlerde vurdu.

Filmlerim gerçeklerden daha gerçek masallardan geliyor ki, her defasında tamamlayıp seyrettiğim zaman kendi kendime bu sefer de olmadı diyorum. Ama beklemek yerine yapmayı yeğliyorum. Üzülerek, kanayarak dağdaki insan öykülerinin içine girdim.

Belki ilk zamanlar film seyretme olanağım olsaydı, mutlaka filmlerinden etkileneceğim yönetmenler olacaktı. O zamanlar filmlere çok uzaktım. Ve şimdi diyorum ki, iyi ki uzaktım. Filmlerimi yaparken yönetmenlerden değil de, yazarlardan etkilendim desem daha doğru olacak. Victor Hugo’nun kişilik çözümlemeleri, Orhan Pamuk un inanılmaz imgeleri ve Murathan Mungan’ın Kürt hikâyeleri filmlerimin belki de asıl temelini oluşturdu. Onların çok güçlü edebiyatçılar olduğunu biliyorum. Ama ben onların yazılarında müthiş bir görsellik yakaladım. Kitaplarındaki güçlü kurgu ve hikâyeleme biçimi beni etkisi altına aldı. Onlar gibi olduğumu söyleyemem şüphesiz ama onların gerilla filmlerine katkılarını da inkar edemem.

Ve hala her film çekimine başlarken yanımda mutlaka bu üç yazardan bir tanesinin bir kitabı olur. Hangisini olacağını zaten ben belirleyemem. Onlar kendileri belirlerler ve aralarında sözleşmişlercesine sırayla bir tanesi önüme çıkar, kendini gösterir. Başlangıç aşamasında bir yerlerde beni bekler. Sessizce kendi masallarını anlatıverir ve bir anda filmime ortak olur.

Kürt sinemasının sırrı sözlerde değil ezgidedir...

Kürt sinemacılarının sadece Kürtçe film yaparak, Kürt konularını işleyerek sinemaya ulaşamayacaklarının iddiasındayım. Kürt müziğindeki derinlik sinema için örnek olabilir. Her nerede olursanız olun, hangi koşullarda dinlerseniz dinleyin Kürt ezgisini mutlaka ayırt edersiniz. Bütün gürültülerin içinde onu yakalarsınız.

Bir hayal olabilir ama filmlerimde Kürt müziğinin o eşsiz ezgisine ve Kürt masallarının gerçeklerden daha öteye olan gerçeklerine ulaşmayı hedefliyorum. Dört bin yıllık bu damar, masal ve ezgi bu gün de Kürt sanatının özünü oluşturuyor. Kürt sinemasının çıkışı da, çok uzaklarda değil, masal ve ezginin birleştiği ve hiç birimizin inkar edemeyeceği gerçekte, dengbêjlerdedir…

Bu dağlarda gerillaların çok sevdiği ve sıkça kullandığı bir söz vardır. Bir gün yolunuz dağa düşerse belki de ilk duyacağınız sözlerden bir tanesi bu olacaktır… Kuryeniz size, en iyi yol bildiğin yoldur, diyecektir ve sizi çok iyi bildiği patikalardan geçirecektir… Bu sözün sıradan söylenmiş bir söz olmadığını, gerillanın kalbinden çıkıp geldiğini dağlardaki yaşamım içinde öğrendim. Hatta gerillanın ötesinde Kürt halkının bilincinin en kuytu köşelerinde gizli olduğunu hissettim. Hemen hemen karşılaştığım her Kürt’ün ruhunun ıssızlığında bunu ilk anda fark ettim… Zaman içinde dağlardaki hayatımın bu yazılmamış ilke üzerinde çevrelendiğini ve yaptığım çalışmaların bu ilke ile biçimlendiğini gönül rahatlığıyla kabullenmiş durumdayım. Şimdi yaptığım sinema çalışmalarımın içinde, yıllar önce beni dağlara getiren kuryemizin alelade bir şekilde söylediği bu sözün varlığını hissettikçe kendi kendime gülümserim.

Ben şuan Kürt sinemasının da, Kürt’ün bu yalın gerçeğiyle yakından ilişkili olduğuna inanıyorum. Kürt halkının kalbinin şifresi de burada yatıyor. Ve Kürt sinemacılarının bu şifreyi çözmeden, Kürt hayatlarının bu kodlamasını yakalamadan Kürt insanına ulaşamayacaklarının farkındayım. Burada, kendi halkına ulaşamayanların evrensel ilkelere ulaşmalarının da hayal olduğunu eklemek zorundayım. Hiçbir evrensel kendimizin ötesinde değildir ve diğer insanlara ulaşan yol önce kendimize uğramalıdır, diyerek asıl konuya devam etmek istiyorum.

Kürt Halkının diğer halklardan ayrıldığı en önemli noktalardan biri bu noktadır… Kürt halkı tarihsel gelişimi içinde hiçbir halk ile benzeşmemiştir. Tarihin içindeki bütün halklar birbirlerine benzer gelişim süreçleri yaşarken Kürt halkı hiç birine benzememiş, ya kendi kurduğu tarzda gelişmesini sürdürmüş, bunun olanağı olmadığı zaman ise gelişmesini durdurmuş, hatta yaşamını sonlandırmıştır…

Burada şuna gelmek istiyorum; Kürt halkı tarih boyunca ancak kendi bildiği yolda yürümüş ya da hiçbir şekilde yürümemiştir. Dağların uçurumlarında açtığı yollarda yürümeyi uygarlığın asfaltında koşmaya tercih etmiştir. Bu onun bilmezliğinden veya cehaletinden değil, onun ruhundaki özgürlük eğiliminden kaynaklanmıştır. Belki de Kürt halkını tarihin en eski halkı ve uygarlığın yaratıldığı ana damar haline getiren bu özgünlüğüdür…

Kürt sineması bu gerçeği ne zaman yakalar bilemiyorum. ‘Biz tarihten başka neyiz, tarihin dışında hiçlikten başka neyiz’ diyordu İmralı adasındaki o güzel insan ve Kürt sanatçısının çıkış noktasının yine kendi halkının tarihinde bulunduğunu işaret ediyordu.

Kürt insanının bünyesi birilerinin tekrarı olmayı, eskisi, müsveddesi olmayı kesinlikle kabul etmez. Kendi sadeliği içinde yüzlerce yıl sabırla bekler ama bir başkasının biçimine bürünmez. Bu Kürt’ün rengidir. Kürt sanatçısı, sinemacısı bu rengi yakalamak zorundadır. Unutmayalım, tarihin bütün yolları Kürdistan’dan geçmiştir ama Kürt halkı dağlarda patikalar açmayı sürdürmüştür. Buna ister asilik diyelim, ister dik başlılık. Her ne isim verirsek verelim bu duruş Kürt duruşudur. Bunun başka adı yoktur.

Kürt sanatçısı bu Kürt duruşunu, bu özgürlük eğilimini ne zaman yakalar onu da bilemiyorum…

Şüphesiz Kürt’ler sinemaya çok geç girmiştir. Dünya belki bu alanda Kürt’lerin yüzyıl önündedir. Sinema sanatının şimdiye kadar yarattığı değerleri hiç birimiz inkâr edemeyiz. Kürt sinemacısı insanlığın yarattığı bu değerleri araştırmak, öğrenmek, kendisine eklemek zorundadır. Ama bunlardan daha önemli olan bir şey vardır ki, o da, Kürt sinemacısı kendi yolunu çizmelidir…

Başkalarının yolarında yürüyebiliriz, hatta çok başarılı çalışmalar yapabiliriz, hatta bu çalışmalar içinde Kürt’ü işleyebiliriz ve hatta alkışlanabiliriz ama bu Kürt sinemacısı olduğumuzu ve Kürt sineması yaptığımızı ifade etmez. Her zaman onların ardında onların benzeri olduğumuzun ifadesi olacaktır. Ve hiçbir zaman onlara yetişemeyeceğimizin kanıtı haline gelecektir.

Günümüz dünyasında sinemanın bir pazarının olduğunu, ürünleri kitlelere ulaştırmak için mutlaka bu pazar yerine inilmesi gerektiğini biliyorum. Kürt sinemasının da bu çarkın dişlileri içinde var olmaya çalıştığının da farkındayım. Kendi sektörü, kendi pazarı olmayan Kürt sinemacılarının zorlanmalarını bu dağlardan hissedebiliyorum. Aynı zamanda bu pazarda var olma özleminin, tutkusunun Kürt sinemacısının ayıbı olarak da görüyorum.

Sinema yapmanın ekonomik kaynaklar, destekler gerektirdiğini biliyorum ama Kürt sinemasının sorununun pazar sorunu olduğunu düşünmenin de bir yanılgı olduğunu biliyorum. Bana göre Kürt sineması bu pazarın içinde değil, ancak dışında var olabilir. Çalışmalarımın pazarın içinde zaman zaman gündemleştirilen, ön plana çıkarılan oryantal bir malzeme haline gelmesindense, Kürt gençlerinin ellerinde sokaktan sokağa, evden eve gizlice taşınmasını, yasaklı ama yürekli seyredilmesini tercih ediyorum.

Kürt gerillası nasıl ki, Kürt halkının özgürlüğe giden yolunu Kürdistan ormanlarının kuytuluklarında açtıysa, Kürt sinemacısı da bu ormana girmeyi göze almalıdır. Nasıl ki Kürt halkının gencecik çocukları kendi yollarını kendileri çizdiyse, tarih Kürt sanatçısından da böyle bir adım beklemektedir…

Sanat cüret etmekse, öyleyse cüret edelim.

O Pazar yerine inmeyelim. Sinemamızı ucuzlatılmış ticaret ilişkileri içinde değil, yoldaşlık ilişkileri içinde kuralım…

Bana gelince…

Ben gerillayım…

Kürt halkı üzerinde inkar ve imha kılıcı savrulduğu sürece elimde silahımla dağ başlarında yaşayacağım. Bu gün kameramanım, yarın fotoğrafçı, öteki gün fırında ekmekçiyim. Tepeci olmam gerekirse tepedeyim, nöbette olmam gerekirse nöbetteyim. Geceler boyu yürümem gerekirse yürüyüşteyim.

Kürt halkının bana vereceği bütün görevlere hazırım.

Bir daha film yapar mıyım bilemiyorum.

Ama bunu yapması gerekenler yapmazsa bir kez daha yönetmenim…”

(*) Halil Dağ, 1 Nisan 2008 tarihinde Besta’da çıkan bir çatışmada üç arkadaşı ile birlikte şehit düştü. 1973 yılında Almanya’da doğan Halil Dağ, 1995 yılında PKK gerillalarını anlatan bir belgesel için Kürdistan dağlarına gitti. O tarihten sonra gerilla yaşamını fotoğraflamak, film yapmak ve yazmak için dağlarda kaldı. Ardında altı film, Kürdistan ve Kürt gerillasını anlatan çok sayıda makale ve günlükler bıraktı.