Bayık: Amaç Kürdistan’ı işgal etmek

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, Türkiye’yi yöneten “AKP-MHP-Avrasyacılar ittifakının”, Kürdistan’ın üç parçasını işgal etmeyi amaçladığını belirterek, TC-KDP işbirliğindeki “büyük bir savaşın kaçınılmaz” olduğunu söyledi.

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, Kandil’e giden Medyanews sitesinin sorularını yanıtladı. Özellikle Türk Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın son Irak ve ziyaretini değerlendiren Bayık, Akar’ın ziyaretinin tamamen askeri nitelikte olduğunu belirterek, amaçlarının Doğu Kürdistan dışındaki tüm Kürdistan parçalarını işgal etmek olduğunu kaydetti. Bayık’ın şu ifadeleri dikkat çekti: “Çok da uzak olmayan bir tarihte özellikle Başur’da TC ve onunla işbirliği halinde hareket eden KDP ile çok büyük bir savaşın gelişmesinin kaçınılmaz olduğunu öngörmek yanlış olmayacaktır.”

AKAR’IN ZİYARETİ TAMAMEN ASKERİ NİTELİKTEYDİ

Türk Savunma Bakanı Irak ve Kürdistan bölgesini ziyaret etti. Üst düzey yetkililerle görüştü. Bu ziyaretin bu dönem yapılmasını (Biden’ın göreve başlamasından sonra) nasıl okumak gerekir?

Evet, eski Genelkurmay Başkanı olan Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve MİT heyeti ile birlikte böylesi bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyareti gerçekleştiren ekibin bileşiminden de anlaşılacağı gibi ziyaret tamamen askeri nitelikliydi. Zaten görüşmelerden sonra yapılan açıklamalardan da heyetin gündeminde esas olarak PKK’nin tasfiyesinin olduğu ortaya çıktı. Yani Irak merkezi hükümeti ve KDP yetkilileriyle yapılan görüşmenin tek gündemi vardı o da Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesine ilişkin nelerin yapılabileceğiydi. Tabi ki ziyaretin bu dönemde ve tamamen askeri nitelikte olmasının nedenleri var. 

Türkiye Cumhuriyeti yüz yıl önce kurulduğunda üzerinde hüküm sürdüğü Anadolu’nun tarihi ve kültürel dokusuna uygun bir şekilde kurulmadı. Anadolu pek çok etnisitenin, kültürün, inancın, dilin birlikte yaşadığı çok renkli bir coğrafyaydı. Dolayısıyla Anadolu’da kurulacak olan sistem de bu gerçekliğe uygun olmalıydı. Ama ne yazık ki Türkiye Cumhuriyet’ini kuranlar onu ‘Türk ve Sünni İslam’ kimliğine dayalı olarak tekçi ulus devlet temelinde kurdu. Anadolu’daki tüm farklılığı Türklük ve Sünni İslam kimliği altında eritmeyi esas aldı.  Bu çerçevede Ermenileri, Rumları, Asurî-Süryanileri adeta yok etti. Böylelikle Hıristiyan halkları Anadolu’dan çıkarmış oldu. Müslüman olan Çerkes, Arap, Laz gibi farklı etnisiteleri ise Türklük kimliği içinde eritti. Bu halkları kendilikleri için herhangi bir talepte bulunamaz hale getirdi. Êzidî Kürtleri de pek çok yol ve yöntemle Kürdistan’dan çıkardı, kalanları da Sünni İslam içinde eritti. Böylelikle Kürtler ve Aleviler dışında hemen hemen tüm farklılıkları ya soykırıma uğrattı ya sürdü ya da kaçırttı. Türk-İslam sentezine dayalı tekçi ulus devleti önündeki tek engel Kürtler ve Aleviler kaldı. İşte tam yüz yıldır TC’nin Kürtlere ve çok büyük bir kısmı yine Kürt olan Alevilere yönelik ‘tek’ politikası vardır; o da asimilasyon ve soykırımdır. Yaşamın tüm alanlarında ve sürdürülebilir bir şekilde uygulanan tek politika inkâr ve imha siyasetidir.

Elbette Kürtler ve Alevi’lerin bu soykırımcı saldırılara karşı süren direnişleri her zaman sürdü. Yanı sıra Kürtler Irak, Suriye, İran ve Türkiye ulus-devletleri arasında dört parçaya bölündüklerinden Kürdistan’ın her parçasında da sürekli var olma mücadelesi verdiler. Zamanla Irak sınırları içinde kalan Güney Kürdistan’da pek çok etmenin biraraya gelmesiyle bugünkü Kürdistan Bölgesel Yönetimi statüsü oluştu. Suriye’de Arap Baharı denen süreçle birlikte Rojava devrimi gerçekleşti. Resmi olarak tanınmasa da bütün dünya halklarına ilham veren, insanlığın sahiplendiği bir devrim oldu. Mevcut durumda tartışılan, Rojava’nın Suriye içinde statüsünün ne olacağıdır. İran devlet sınırları içinde kalan Rojhilatê Kürdistan'ında da (Doğu Kürdistan’da) son yüzyıl Kürtlerin var olma ve özgürleşme mücadelesine tanıklık etti ve bu mücadele hala sürüyor. Zaten Türkiye sınırları içindeki Kuzey Kürdistan’da da son elli yılı PKK öncülüğünde olmak üzere yüz yıllık bir var olma ve özgürlük mücadelesi aralıksız bir şekilde sürdü.

KÜRTLER LEHİNE TÜM GELİŞMELERDEN ÜRKTÜLER

Türk-İslam sentezi temelinde kurulmuş olan ve Kürtleri eritmeyi tek politika olarak belleyen TC Bakurê Kürdistan’da (Kuzey Kürdistan) bu amacında belli mesafeler kat etse de başarılı olamadığı gibi Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtler lehine olan tüm gelişmelerden de alabildiğine ürktü. Öyle ki PKK’ye karşı savaşta Güney Kürdistan siyasi partilerin verdiği desteğin karşılığında tanıdığı statüyü Erdoğan “tekrarlanmaması gereken en büyük hata” olarak tanımladı. Diğer parçalardaki gelişmelerin Bakur için emsal olabileceğini düşündü ve bunu da kendisi için tehlikeli gördü.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar da İran’ın denetimindeki Doğu Kürdistan dışındaki her üç parça da Osmanlı’nın hâkimiyetinde ve savaş bittiğinde hala Osmanlı denetiminde olduğundan TC buraları elinden alan anlaşmaları hiçbir zaman kabul etmedi. Buraları yani Doğu Kürdistan dışındaki tüm Kürdistan’ı her zaman Misakı-Milli yani ulusal sınırları olarak gördü. O nedenle fırsatını bulduğunda her zaman Suriye ve Irak devletlerinin sınırlarına dahil edilmiş olan Kürdistan’a dair hak iddia etti.

AMAÇLARI DOĞU KÜRDİSTAN DIŞINDAKİ TÜM KÜRDİSTAN’I İŞGAL ETMEK

İşte hem Bakur’un dışındaki Kürdistan parçalarındaki gelişmelerin onu tedirgin etmesi hem de zaten buraları kendi ulusal sınırları olarak görmesi nedeniyle günümüze gelindiğinde yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı koşullarını da fırsata dönüştürerek Doğu Kürdistan dışındaki tüm Kürdistan’ı ulusal güvenlik gerekçesiyle, işgal etmeyi amaçlamaktadır. Efrîn, Serêkanîyê, Girê Sipî işgalleri ve Rojava üzerindeki işgal tehdidi, Şengal, Maxmur, Musul ve Kerkük’ü de içerecek tarzda tüm Güney Kürdistan’ı işgal planlamaları bu kapsamda geliştirilmektedir. Yapılan ziyareti Başurê Kürdistan’a yönelik gizlemedikleri bu planın başarılmasının bir boyutu olarak görmek gerekir.

Böylelikle hem Kürtlere dayatılan inkâr ve imha politikasının başarılı olmasını engelleyen PKK tasfiye edilecek hem de bu gerekçeyle Başûrê Kurdistan işgal edilebildiği kadar işgal edilecektir. Bu yönüyle bir görünen gerekçeleri var bir de bu gerekçenin altında gizledikleri gerçek emelleri var.

TÜRK ULUS DEVLETİNİ, AKP-MHP-AVRASYACILAR İTTİFAKI YÖNETİYOR

Sorunuz bağlamında zamanlama hususuna gelecek olursak; mevcut durumda TC ulus devletini AKP-MHP-Avrasyacılar ittifakı yönetmektedir. Bu her üç güç odağını biraraya getiren tek şey Kürt soykırımını başarmaktır. Bunun dışında bu üç güç odağını biraraya getiren ve bir arada tutan herhangi bir faktör yoktur. Hatta üzerinde anlaştıkları başkanlık sistemi bile sadece ve sadece Kürt soykırımını tek elden ve bütünlüklü yürütebilmek içindir. Ama amaçları olan Kürt soykırımını öngördükleri sürede gerçekleştiremedikleri için, bu ittifakın sürdürülebilirliği her geçen gün zorlaşmaktadır. İçeride ve dışarıda oldukça teşhir olmuş, iyice zayıflamış olan bu ittifakta herkes kendi yoluna gitmeden önce amaçları olan Kürt soykırımını başarmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu yönüyle bu ittifak bir zaman sorunu yaşamaktadır.

ULUSLARARASI GELİŞMELER FAŞİST İTTİFAKIN SÜRMESİNİ ZORLAŞTIRIYOR

İkincisi uluslararası alandaki gelişmeler giderek bu faşist ittifakın sürdürülmesini zorlaştırmaktadır. Başını ABD ve AB’nin çektiği Batı dünyası kendisi açısından çok önemli olan liberal demokrasinin Türkiye’de kalmadığını düşünmektedir. Batı Türkiye’yi ne liberal ne de demokratik olarak görmektedir. Hatta soykırımcı, faşist rejimi yumuşatarak ‘otokrasi’ olarak gördüğünü bizzat belirtti. Yanı sıra Batı AKP-MHP-Ergenekon ittifakı ile dış siyasette uyum sorunu yaşamaktadır. Mevcut iktidarın giderek Batı için ciddi bir tehlike olan radikal dinci cihatçıları desteklemesi, onların hamisi olması, Batı’nın en büyük güvenlik kaygılarının başında gelen Rusya’dan S-400 füzeleri alması, Doğu Akdeniz’de Batı’dan farklı bir tutum geliştirmesi gibi nedenler dış siyasette Batı ile ayrı düştüğü hususların başında gelmektedir.

Trump ile kurduğu kişisel ilişkilerle işleri bir ölçüde yürütebilen Erdoğan’ın Biden’in gelişiyle bu fırsatı bulamayacaktır. Biden sonrası Batı’nın AKP-MHP-Ergenekon iktidarına olan yaklaşımının değişecek olması ihtimali TC’yi elini çabuk tutmak durumunda bırakmıştır. Bir de böylesi bir zaman sıkışmasını yaşamaktadır. Bu nedenle elini çabuk tutmak istemektedir. İşte son ziyaretle bir kez gündeme gelen Kürt Özgürlük Hareketi’nin (PKK) tasfiyesi ve bunun bahane edilerek Şengal’in, Maxmur’un ve yapılabildiği kadar Başur’un (Güney Kürdistan) işgal planlamaları böylesi bir arka plana dayanmaktadır.

Erdoğan yine “bir gece ansızın gelebiliriz” dedi. Operasyon anlamına mı geliyor bu?

Erdoğan AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakının sözcüsü ve pratisyenidir. Bu ittifak bir süredir Erdoğan’ın ağzından bunu söylemektedir. Zaten bu kapsamda geliştirdiği işgaller de vardır. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü gerilla alanları da dahil Güney Kürdistan’a yönelik geliştirdikleri işgali daha da genişletme ve kalıcı hale getirme yönünde bir kararları vardır. Bu yönüyle Erdoğan yeni bir şey söylemiyor, almış oldukları işgali genişletme kararını açıklamış oluyor. Zaten yapılan ziyaret de esas olarak aldıkları kararı Irak’lı ve Başur’lu muhataplarına aktarma ve mümkünse de onları da kendi planına katma amaçlıdır. Ancak üzerindeki yoğun baskılara rağmen Irak’ın TC’nin bu planına tam olarak dahil olmadığı ama bunu engelleyecek bir tutum da geliştirmediği görülüyor. Fakat TC’nin tüm saldırılarına meşruluk kazandırma gibi bir role soyunmuş olan KDP’nin mevcut tasfiye konseptindeki yerini daha da pekiştirdiği, daha üst düzey roller üstlendiği anlaşılmaktadır. Bu yönüyle Erdoğan’ın söyleminden Rojava’ya, Başur’a yönelik operasyonların olacağı sonucu çıkar ki, bu yeni bir durum değildir. Zaten kendi toprakları olarak gördüğü Rojava ve Başur’un belli bir bölümünü işgal etmiş durumdadır. Yeni olan alınan karar değil, yeni operasyonlarla işgal alanını genişletmektir. Dolayısıyla çok da uzak olmayan bir tarihte özellikle Başur’da TC ve onunla işbirliği halinde hareket eden KDP ile çok büyük bir savaşın gelişmesinin kaçınılmaz olduğunu öngörmek yanlış olmayacaktır.

BATI’NIN TC İLE İLİŞKİLERİ PROBLEMLİ

Türk Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu AB ziyaretinde Türkiye ve AB arasında ‘’ortak bir yol haritası üzerinde mutabık kaldıklarını’’ söyledi. İlişkilerini geliştireceklerini her iki taraf da söyledi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında sadece AB’yi değil ABD’yi de dâhil ederek ele almak daha doğru olacaktır. Batı’yı temsil eden ABD ve AB’nin TC ile ilişkileri halklar açısından ele alındığında epeyce problemlidir. TC’yi faşist-soykırımcı uygulamaları geliştirmesinde cesaretlendiren esas olarak AB ve ABD’nin yaklaşımlarıdır. AB ve ABD Türkiye ile ilişkilerinde insan haklarını, demokratik değerleri vb değil, siyasi, askeri ve ticari çıkarlarını esas almaktadır. Bu da Türkiye açısından faşist, Kürdistan açısından da soykırımcı olan AKP-MHP iktidarının varlığını sürdürmesine neden olmaktadır.  Hâlbuki evrensel insan hakları, demokratik hak ve özgürlükler herhangi bir çıkar ilişkisine kurban edilemez, edilmemeli. AB zaman zaman TC’yi bu konuda eleştirse de hatta mevcut rejimi ‘otokrasi’ olarak adlandırsa da bu durumun aşılması için somut bir şey yapmamaktadır.

Demokratik duruş komple olmayı gerektirir. AB’nin kendi içinde demokratik hak ve özgürlükler konusunda belli ölçüde duyarlı oluşu, yine dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan anti-demokratik uygulamalar karşısında tutum koyması tabi ki önemli ve gereklidir. Ama tutarlılık adına aynı duyarlılığı Kürdistan konusunda da göstermesi beklenir. TC’nin soykırımın kıskacına aldığı Kürtler konusunda Avrupa Konseyi AİHM ve CPT’nin çok yetersiz de olsa aldığı kararların uygulatılmasını bile sağlamamakta, bu kararlara uymayan TC’ye karşı herhangi bir yaptırıma gitmemektedir. Hatta TC pek çok konuda eleştirilse de söz konusu olan Kürtlerin varlığı ve hakları olduğunda esas olarak TC desteklenmektedir. Bu yönüyle Türk Dış İşleri Bakanı’nın ve Alman Dış İlişkiler Bakanı’nın temasları ve yaptıkları açıklamalar, başta Kürt halkı olmak üzere tüm demokratik kesimlerde kuşku ve kaygı uyandırmaktadır. ABD açısından da durum benzerdir. Trump soykırımcı TC’nin Rojava ve Başur işgallerinin önünü açtı, Bakur’da yapılan soykırıma ise her türden desteği verdi. Nitekim yakın süre önce James Jefrey bundan övünçle söz etti. Biden yönetiminin ise nasıl yaklaşacağı henüz belli olmasa da Trump’ın iyiden iyiye aşındırdığı ve büyük zarar verdiği ABD imajını insan hakları ve demokratik hak ve özgürlükler konusunda göstereceği duyarlılıkla düzelteceği beklenmektedir.

BİZ DEMOKRATİK KAMUOYUNUN DESTEĞİNİ DAHA FAZLA ÖNEMSİYORUZ

En nihayetinde bunlar devlet hem de kapitalist sistemin en güçlü devletleridir. Dolayısıyla sadece ve sadece çıkarlarını esas alırlar. Ne yazık ki insan hakları konusundaki duyarlılıkları da bu devletlerin çıkarları kapsamına girdiği zaman gerçekleşiyor. Bu da onları son derece tutarsız kılıyor. Devletler dünyasında çıkar ve egemenlik esas olduğundan devletlerin halklar lehine, ahlaki ve vicdani davranmalarını beklemek pek mümkün olmuyor. O nedenle halklar açısından daha önemli olan devletlerin yaklaşımından ziyade Avrupa ve Amerika’da yaşayan hakların, kamuoyunun nasıl yaklaştığıdır. Bu ülkelerdeki kamuoyunun yaklaşımı devletlerin tutumlarını ve politikalarını belli ölçüde etkilemektedir. Dolayısıyla biz esas olarak halkların, demokratik kamuoyunun desteğini, duyarlılığını daha fazla önemsiyoruz. Halklarla, demokratik kesimlerle kurulan ilişkilerin stratejik ilişkiler olduğunu biliyor ve ona göre davranıyoruz. Kuşkusuz devletlerin de soykırım politikalarına destek olmamalarını isteriz, ama onlar yine de devlet ve insan haklarını, demokratik hak ve özgürlükleri ne zaman kime pazarlayacakları pek belli olmamaktadır. Dolayısıyla egemen güçlerin yaklaşımları çıkarsaldır, ama halklar ve demokratik kamuoyu öyle değildir. Nitekim Kobanê Direnişi, Efrîn işgali ve Serêkanî-Girêsipî işgalleri sürecinde demokratik kamuoyunun gücünü hep birlikte gördük.

SOYKIRIMCI İTTİFAK DEĞİŞEN KOŞULLARI FARK EDİYOR AMA…

Özcesi, AKP-MHP-Avrasyacı faşist-soykırımcı ittifak değişen koşulları fark ediyor. İç ve dış nedenlerden ötürü daha fazla sürdüremeyeceğini de anlamış durumda. Ama savaşmak, Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye ederek Kürt soykırımını başarmak ve Türkiye’de faşist rejimi mutlak anlamda kurumsallaştırmak istiyor. Ziyareti de zaten bu nedenle gerçekleştirdiler. Bu savaşı kamufle etmek için de sürekli bir şekilde reform hatta anayasa değişikliği gündemini köpürtmektedir. Bu faşist-soykırımcı zihniyetin yapacağı hiçbir reform ve yapacağı yeni bir anayasa yoktur. Kendisinden başka herkesi terörist ve düşman olarak görerek tasfiye eden, toplumu alabildiğine parçalayan, ötekileştiren bu iktidarın artık Türkiye’ye acıdan, gözyaşından, zulümden başka vereceği hiçbir şey yoktur. O nedenle evet, bir şey değişmeli. Ama değişen sadece Kürdistan ve Türkiye açısından değil tüm dünya için ciddi bir tehlike haline gelmiş olan bu faşist iktidar olmalıdır. Bu faşist, soykırımcı iktidar gitmelidir. Türkiye ve Kürdistan’a yönelik bir şey yapılacaksa da bu faşist soykırımcı iktidarın uygulamaları desteklenmeyerek, gidişi olanaklı hale getirilmelidir. Türkiye’deki demokrasi, Kürdistan’daki varlık mücadelesi desteklenmeli ve bu faşist soykırımcı iktidarın gidişi için gerekli dayanışma gösterilmelidir.