Kürt halkının ilan ettiği demokratik özerk yönetimlerin Dolmabahçe mutabakatında yer aldığını belirten DTK Eşbaşkanı Dicle, söz konusu mutabakatın devlet nezdinde tartışıldıktan sonra açıklandığını belirtti.
MELEK YÜKSEL / FERHAT ARSLAN
AMED / ANF
Çarşamba, 30 Aralık 2015, 07:01
DTP Eşbaşkanı Hatip Dicle, Kürt halkının ilan ettiği demokratik özerk yönetimlerin Dolmabahçe mutabakatında yer aldığını belitti. Söz konusu mutabakatın devlet nezdinde tartışıldıktan sonra açıklandığını söyleyen Dicle, devletin mutabakatın gereklerini yerine getirmediğini söyledi.
Demokratik Toplum Kongresinde açıklanan ‘Öz yönetim deklarasyonunu’ değerlendiren Dicle, devletin bu talepleri bilerek çarpıtmak ve terörize etmek istediğini vurguladı.
Kürdistan’daki hendek ve barikat direnişlerini de değerlendiren Dicle, AKP’nin başlattığı savaşa karşı Kürt halkının kendini koruduğuna dikkat çekti.
DTP Eşbaşkanı Hatip Dicle, Demokratik Özerklik projesinin teorik ve pratik çerçevesi, devam eden devlet saldırıları, İmralı sürecinin tıkanması ve bundan sonraki sürece ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
3 bölüm şeklinde yayınlanacak Hatip Dicle ile yapılan söyleşinin birinci bölümü:
Öz yönetime ilişkin kongrede bir konuşma da yaptınız, öz yönetim, özerklik, yerel yönetimler gibi kavramların aynı anlama geldiğini söylediniz. Belki tekrar etmekte fayda olur. Bu kavramları ortak anlamı; özerklik ile nasıl bir sistem öngörülüyor?
ÖZ YÖNETİM, ÖZERKLİK; YEREL DEMOKRASİ DEMEKTİR
Ben önce sizin aracılığınızla bu süreçte direnenleri, bu süreçte çekinmeden canını veren şehitlerimizi hepsini selamlayarak başlamak istiyorum. Evet, demokratik özerklik, demokratik öz yönetim, yerinden yönetim, Önderliğin son olarak belirlediği bir kavram olarak yerel demokrasidir. Aslında bunlar, 4 kavram da birbirine eşit kavramlardır. Yani aynı anlama gelir. Öz-erklik kendi kendini yönetme durumunu anlatır. Öz Yönetim de aynı kavramdır. ‘Demos’ ise, ‘Demokrasi’ biz Demokratik Özerklik diyoruz. ‘Demos’ Yunancada ‘halk’ demektir. Yine özerklik, öz yönetim kavramları da Arapçada ‘muhtariyet’ anlamına geliyor. Yunancada ‘Otonom’, bunların tümü aynı kavramlardır. ‘Demos’ dedik, Kratiye’de yine halk anlamına gelir. Dolayısıyla demokratik özerklik derken, aslında halkın kendi kendini yönetmesi anlaşılır. Ve bu da doğrudan demokrasi veya katılımcı demokrasi dediğimiz, son dönemde tanımladığımız radikal demokrasi dediğimiz kavramlardan bağımsız değildir. Böyle bir tanımlamayla asasıyla başlayalım.
TOPLUK ODAKLI YÖNETİMLERİN TARİHSEL KÖKENİ
Söz ettiğiniz yerel demokrasi odaklı bir sistem. O zaman etnisiteler, çeşitli toplumsal farklılıklar bu sistemin içerisinde nasıl bir yaşam örgütleyecek? Tarihsel bir çerçeveden ele aldığınızda nasıl bir model öngörüyorsunuz?
Devlet denen olgu, son 5 bin yıllık tarihte doğan bir olgu, tarihte 5 bin yıllık geçmişe giderseniz devlet denilen bir olgu yok ki bu bir defa bugünkü Güney Irak’ta Sümerlerin yaşadığı topraklarda ‘Uruk Kent Devleti’ olarak doğdu. Kent devleti olarak doğdu devlet… Şu akla gelebilir ilk soru olarak; acaba devlet olgusu doğmadan önce toplumsal formasyonlarda bir yönetim sistemleşmesi yok muydu? Örneğin artık bilimsel olarak biliniyor ki, devletlerin doğuşundan çok önce toplumsal formasyon biçimi olarak klanlar, onların daha üst evresi olarak birleşmesinde kabileler, kabilelerin daha büyük gelişmişlerinden aşiret formasyonları, ve aşiretlerinde bir araya gelmelerinde aşiret federasyonları, aşiret konfederasyonları doğmuştur. Mesela bizim Kürt tarihinde biliyorsunuz, Newroz efsanesinde ifade edilen köleci Asur İmparatorluğuna karşı bugünkü Kürdistan coğrafyasında proto Kürtler dediğimiz Huriler, Gutiler, Mitaniler ve daha sonra ardılı olan Medler tarafından özgürlüklerini korumak, özerk yaşamlarını, bir anlamda o dönemde en ilkel, en primitif biçimi olarak demokrasi ve özerkliklerini korumak uğruna destansı mücadeleler yürütülmüşler. Yani bugün bile Kürdistan’da özgür yaşam damarları, özgürlük damarları bu kadar güçlüyse kökeni de bu kadar eskidir. Şimdi dolayısıyla devlet-toplum çelişkisi, doğduğu andan itibaren 5 bin yıldır bugünlere geliyor. Mesela köleci dönemlerde bugünkü Tunus’un kuzeyindeki Kartaca, uzun zaman kölesi olduğu Roma İmparatorluğuna karşı çok direngen mücadeleler vermişlerdir. Yine Kuzey Suriye’de örnek verecek olursak Palmira kenti, mesela bunlar hem Pers İmparatorluğuna, hem o zamanki Roma İmparatorluğuna karşı destansı mücadeleler vermişlerdir. Mesela Atina, doğrudan ilk demokrasinin doğduğu merkez olarak Atina bir kent yönetimi olduğu halde, devlet değil, doğrudan demokrasi var, koskoca Pers İmparatorluğuna karşı çok tarihi mücadeleler vermişlerdir. Teslim olmamışlardır, diz çökmemişlerdir. Yine Babil tarihte öyledir. Yalnız tarihte onlar değil tabii. Toplumlar nezdinde de özerklik, devlete karşı, devletlere karşı özerk yaşamını koruma, bir anlamıyla öz yönetimiyle yaşama topluluklarda da vardır. Mesela diyelim ki; Musevi toplumu, M.Ö 1600’lerde ta İsrail Devleti kurulana kadar, aslında dini iç özerkliğini koruyan, kendi kendisini yöneten bir toplum hürriyetini hep korumuştur. Örneğin bugün bile Aleviler, Êzidiler de kendi geleneklerine, kendi oluşturdukları ahlaki sisteme, politik sisteme göre, bir ahlaki ve politik toplumu yaşıyorlar. Yine mesela tarihte Hıristiyanlar, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Hz. İsa’nın Havarileri, bugünkü Orta Anadolu’da Kapadokya denilen merkezde uzun yıllar özerk yaşamışlardır. Manastırlarda yarı gizli özerk yaşamışlardır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Mesela feodal dönemde de öyledir. Feodal dönemin bütün imparatorlukları, hemen hemen satraplıklar, eyaletler adı altında, beylikler adı altında bir nevi bugünkü yerel yönetimlere benzeyen özerk sistemleri vardı. Mesela en basit bir örnek, örneğin Yavuz Sultan Selim, Kürtlerle bir ittifaka girdiği zaman, Kürdistan’da 23 Kürt Beyliği var ve bunların hepsini tanıyor. Ve bunlar kendilerinin belirlediği vergi ve asker sistemini bir anlamda himaye alarak yaşıyorlardı. Özerk sistemler, hem Kürt- Türk tarihi açısından, hem de genel olarak devlet – toplum çelişkileri bakımından sürekli bugüne kadar tarih boyunca yaşamıştır. Ha bunu kim en çok yok etmeye çalışmıştır?
Oradan konumuza girersek sanırım daha anlaşılır olacak. 1648’ten sonra burjuvazinin bir devlet modeli olarak doğan ulus devlettir. Ulus devlet doğduğu andan itibaren toplumu güçsüz, savunmasız bırakmaya ve toplum üzerinden tam bir hegemonya kurmaya başlamıştır. Artık ondan sonra zaten bir toplumu, Önderlik de belirtir; yaşaması için devamını sürdürebilmesi için ahlaki ve politik alanı yaşaması gerekiyor. Ahlak dediğimiz, toplumun kendini sürdürebilme, ayakta kalma gücünü ifade eder. Onun kurallarını ifade eder. Politika ise, o toplumun maddi ve zihni ihtiyaçlarını, sürekli tartışabilmesi ve kararlaşabilmesidir. Şimdi bu iki alanı kaybeden toplum, deyim yerindeyse sürüleşir! Artık bir toplum olma özelliğini kaybeder. Ve bunu da en çok ulus devletin zirvesi olan faşizm yapmıştır. Mesela Hitler faşizminde politikanın ‘P’sini göremezsiniz. Toplumun kendi sorunlarını tartıp çözme yönü sıfırdır. Tüm politik odaklar yerle bir edilmiştir. Dolayısıyla eğer bugün Avrupa’nın özerk sistemleri varsa, özerklikler Avrupa’da yaşıyorsa, sivil toplum örgütlerine ve giderek katılımcı demokrasiye değer veriliyorsa, bu tarihten çıkartılan derslerden dolayıdır. Bir diktatör diyelim milyonlara hükmediyor ve toplum şuursuz bir şekilde onu takip ediyor. Bu çok büyük bir tehlikedir. Bundan dolayı bugün de bizim mücadelemiz, Kürtlerin özerklik, öz yönetim mücadelesi, devletin giderek AKP, Erdoğan şahsında merkezileşmeyi savunan tavırları, birbirine iki zıt tavırdır. Biri faşizme, diktatörlüğe götürüyor, diğeri demokrasiye götürüyor.
TOPLUMLAR ÖZGÜRCE ÖRGÜTLENECEKLER
Peki, bu demokrasilerde toplumlar kendini nasıl temsil eder?
Toplumlar; özgürce örgütlenecekler, ahlaki ve politik yanlarını özgürce örgütleyecekler ve devletin bütün sorunlarını çözmek için kendilerinden gasp ettiği haklarını tekrardan devletten geri alacaklardır. Çünkü özerkliğin, üniter devletlerde veya ulus devletlerde anlamı şudur; devletin yetkilerini, eğitim alanında, sağlık alanında, tarım alanında, ekonomide, ekolojide hayatın bütün alanlarında büyük orada topluma devretmektir. Yani gasp etmiştir, toplum o yetkileri tekrardan devralmalıdır. Dolayısıyla devlet ne kadar güçlü ise toplum o kadar zayıftır. Bizim sistemimizde daha çok demokrasi, daha çok örgütlü toplum ve daha az devlet esas alınmaktadır.
DEVLET TOPLUMUN POLİTİKLEŞMESİNDEN KORKUYOR
Devlet neden sizin bu projenizi toplum karşıtı bir proje olarak yansıtıyor?
Devlet gibi bir olgu, hele faşist karakterde ise, despot karakterde ise, demokrasiye duyarlı değilse, kendi oluşturduğu bürokrasi ile toplumun yaşamının tümünü kendisi belirlemek ister. Yani bu karakterdeki bir devlet için en tehlikeli durum toplumun politikleşmesidir. Onu önlemeye çalışır. Şimdi özerkliği bu demagoji ile bölücülük olarak yansıtır. Oysa örnek verecek olursak; üniter devlette, biliyorsunuz devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü deniliyor ve ulus devletin bir karakteri var! Bu şu demektir; devlette millette aynıdır, bir bütündür, iç içe geçmiştir. Halbuki öyle bir şey yok. Devlet ile millet daima ayrı olgulardır. Devlet ile toplum ayrı olgulardır. Ne devlet toplumlaşabilir, ne toplum devletleşebilir. Mesela ne derler? ‘biz millet adına karar veriyoruz’ devlet hep kendini öyle gösterir. Oysaki bu kararların millet ile ilgili olmadığını bugün Türkiye’deki katı devlet sisteminde de anlaşılıyor. Örneğin; halk 5 senede bir oyunu kullanır sonra kendi günlük gündeminde kalır. Ne olup bittiğinden habersiz ve etkinliği yok! Yani tartışmalara katılmıyor. Seçtiği temsilciler aracılığıyla kararlara katılıyor. Ki dikkat ederseniz son AKP darbesiyle beraber parlamento da evre dışı bırakıldı. Her şey Saray’ın emirleri doğrultusunda yürüyor.
ÖZERKLİK DOLMABAHÇE MUTABAKATINDA VARDI
Özerklik projesi Sayın Öcalan tarafından sunuldu. Bu konunun İmralı’da konuşulduğu da söyleniyor. Siz de gidip geldiniz. Hangi oranda gündeme geldi?
Şimdi ben baştan beri İmralı görüşmelerine cezaevinde olduğum için katılamadım. Ama son birkaç aylık İmralı’ya gidiş gelişimizde devlet heyeti ile yürütülen diyaloglarda şuna tanık olduk: Mesela Önderlik Dolmabahçe Mutabakatının taslağını hazırladıktan sonra ve devlet katında belli bir tartışmadan sonra yayınlandı. Onun birinci maddesi, ulusal demokrasi ve yerel demokrasinin tartışılması ve müzakere edilme konusuydu. Mesela Önderlik o dönemde de demişti; bundan sonra demokratik özerklik yerine yerel demokrasi kavramını kullanacağım. Ve Dolmabahçe Mutabakatının birinci maddesinde de bunlar yer alır. Dolayısıyla devlet heyetinin demokratik özerklikten ne anladığını, çok uzun süre diyaloglar içerisinde biçimlendirmişlerdi. Dolayısıyla görüşmeler sürdüğü dönemlerde (zaten görüşmelerin amacı da oydu) tarafların birbirini doğru anlaması, kavramlardan ne anladıklarını ve içini doldurması amaçlanıyordu. Bu konuda sanıyorum Önderlik, savunmalarında belirlediği şekilde demokratik özerkliğin bütün boyutlarıyla devlete niyetini açmıştı. Dolayısıyla Dolmabahçe Mutabakatındaki o 10 madde öyle ortaya çıkmıştı. Hatta bugün bazı siyasi analistler, bizim yayınladığımız deklarasyon için, ‘bu deklarasyon Dolmabahçe Deklarasyonunun biraz daha açılımı anlamına geliyor’ dediler. Bu çok yabana atılır bir görüş değildir.
DEVLET ÖZERKLİK TALEBİNİ BİLEREK ÇARPITIYOR
Sizce devlet özerklik talebinin tam olarak ne olduğunu biliyor mu? Bildiği halde mi farklı yansıtıyor? Yoksa gerçekten anlaşılmıyor mu?
Biliyor ve bilerek çarpıtıyorlar. Devletin aklı denen, devlet bürokrasisinin üst kadroları, siyasiler bunu bilemez diye bir şey yok. Çünkü, mesela diyelim Avrupa Birliğinin tüm ülkelerinde örneğin Fransa’da, ki katı üniter yapıydı, bugün idari bölgeler vardır ve kendi kendilerini yönetiyorlar. Yine İspanya’da siyasi bölgeler vardır, yasa yapma yetkilerine sahiptirler. İtalya da öyledir, İngiltere de öyledir. Ya da diyelim ki Almanya, İsviçre, Avusturya gibi federal oluşumlar vardır. Bu federal oluşumlarda her federe birim, kendi kendini yöneten, hem yetkileri bizim otonomi ya da özerklik diye belirttiğimiz o yetki devrine çok daha geniş yetkilere sahip olan sistemlerdir. Demek ki Türkiye, özerkliğin ne olduğunu öz yönetimlerin ne olduğunu bilmemesi gibi bir şey düşünülemez. Bilinçli olarak bir çarpıtma vardır. Amaç, Kürtlerin Öz Yönetim taleplerini haklı, doğal bir hak olan özerklik taleplerini terörize etmek, bölücülük ile yaftalamak. Ve bu şekilde bizi Türkiye toplumuna da yararlı olacak ve onları da ayağa kaldıracak, siyasette bir özne haline getirecek bu çabamızı tamamen terörize etmektir, saptırmaktır, manipüle etmektir.
ÜNİTER YAPI TIKANMIŞ VE BU GÖRÜLÜYOR
Sayın Öcalan ile görüşen devlet heyeti özerklikle ilgili sizce ne düşünüyor? Bu konuda size yansıyan bir durum oldu mu?
Hayır, devlet heyetinin dünyayı iyi okuduğu izlenimi edindik. Yani o görüşmeler sırasında benim çıkarttığım sonuçlardan biri de buydu. Yani dünyada artık bugün gelinen noktada Türkiye’nin bu katı üniter yapısıyla yürünemeyeceğinin, bunun mutlaka demokratik açıdan değişmesi gerektiğinin bilincinde olan bir akıl ile karşı karşıyaydık orada. Ama dediğiniz gibi bu devletin tümüne hakim olan bir akıl mıdır? Yoksa görüşmeleri yürüten kesimlerin sadece düşünceleri miydi? Onun ayrıntısını çok bilemeyeceğim. Yani bizimle görüşmelerde diyalogu sürdürenlerin bunun bilincinde olduğuna tanık olduk.
AKP’NİN BAŞINDAN BERİ ÇÖZÜM PROJESİ YOKTU
İmralı görüşmelerinin sona ermesinin ana sebebi özerklik talebindeki ısrar mı?
O da bir faktör tabi, ama aslında devletin baştan beri belki o devlet akli dediğimiz kesimin doğruyu görüp, işte bu sorunun şiddetle çözülemeyeceğini, Sayın Öcalan’ın savunmalarını da inceledikten sonra bir ‘baş müzakereci’ olarak sorunun çözümünde en akil bir yaklaşımla gösterdiğini tespit ettikleri için sanıyorum. Sayın Öcalan ile yürütülen müzakerelerde sonuç alabileceklerini düşünüyorlardı. Ama biraz daha geriye baktığımızda şimdi açığa çıktı ki, aslında AKP hükümetinin görüşmelerin başından itibaren bir çözüm planının olmadığı, bir oyalama ve tasfiye planının olduğunu anlıyoruz. Çünkü daha sonra açığa çıkan bazı çökertme planları ve belgeler bunun böyle olduğunu gösteriyor. 2013’te görüşmeler sürerken, bir taraftan da devletin ne tür savaş planlarına, ne tür tasfiye planlarına, hazırlandığı bugün bile görünüyor. Yani burada devletin homojen olmadığını, devlet akli denen kesim içerisinde hem artık böyle gidemeyeceğini, Kürt sorunu şiddet temelinde çözülemeyeceğine inanan bir kesim olduğu kadar, ezme, savaşla sonuç alma, o asimilasyon politikasıyla ta Şark planından gelen o ‘Türksen övün, Türk değilsen ittihat et’ şeklinde ortaya çıkan zihniyetinde çok önemli bir bölümü teşkil ettiğini biliyoruz. Yani böyle bir heterojen yapı var devlet içerisinde.
ÖCALAN PKK’YE NEDEN KONGRE ÇAĞRISI YAPMADI!
Eskiden de özerklik veya öz yönetim talepleri vardı. Konunun bu dönemde özellikle çok gündem olmasının sebebi nedir?
Evet şimdi şu çok netlikle söylenebilir; eğer Dolmabahçe’da varılan mutabakat metni doğrultusunda, müzakereler evresine geçilebilseydi ve her müzakere başlığında müzakereler yürütüldükten sonra, gözlemci heyetinin de tanıklığında, karşılıklı yazılı bir belgeye dönüştürülseydi, süreç devam eder ve bir sonraki aşamaya geçerdi. Sayın Öcalan görüşmelerde başmüzakereci olacaktı. Ve varılan mutabakat taraflarca imzalanacaktı. Ki Sayın Öcalan, ‘biz bu süreci iki ayda bitirebiliriz’ diye umuyordu. Ondan sonra bir çağrı yapacaktı PKK’ye. Tabi görüşmelerde şuna net bir şekilde tanık olduk, Sayın Öcalan, örgüte danışmadan örgütün o konudaki düşüncesini almadan, hatta bizlerin, oradaki hepimizin düşüncelerini almadan bir karar vermiyordu. Dolayısıyla onlarında görüşlerini aldıktan sonra belli bir mutabakatla ikna temelli bir mutabakattan sonra Sayın Öcalan PKK’den olağanüstü bir kongrede toplanmasını isteyecekti. Ve bu kongrede de Türkiye’ye karşı yürütülen silahlı mücadelenin artık son verilmesi gündeme gelecekti. Yani bir anlamda o olduğu zaman şu zannedilmesin! Kürt sorunu bütün boyutlarıyla çözülmüş olacaktı hayır. Kürt sorunun demokratik çözümünün demokratik kanalların yolu açılacaktı. Ama bazı haklarda güvence altına alınacaktı. Bu yeni demokratik anayasa da güvence altına alınacaktı ve yasalar yeniden o mutabakatlar çerçevesinde bir demokratik değişime uğrayacaktı. Buda bir süreç alacaktı tabi. Ama ne olacaktı? Kürt sorunu şiddetle değil, demokratik yollardan çözümü yoluna girecekti. En önemli şey de bu olacaktı. Böyle bir Türkiye, Ortadoğu’ya cazibe merkezi olacaktı. Ortadoğu’daki sorunları çözmede cazibe merkezi olacaktı. Türkiye’nin daha uygar bir ülke olarak dünya halklar ailesi içerisinde saygın bir yeri olacaktı.
ÖZ YÖNETİM NEDEN MANİPÜLE EDİLİYOR
Bazıları öz yönetim hendek ve barikat değil diyor. Hendek ve barikatları öz yönetim veya özerklikle gündeme getirmek bir algı yaratma çabası mı?
Evet. Dikkat ederseniz devletin bütün çabası, görüşmeler bitikten sonra, masa, Cumhurbaşkanı tarafından Nisan başlarında daha devrildikten sonra sorunun demokratik yollardan çözülemeyeceği konusu netleştikten itibaren, halkın bu objektif durumu değerlendirerek öz yönetim taleplerini ya da öz yönetim ilanlarını yapmasıyla aslında süreç yeni bir aşamaya girdi. Çünkü Önderlik her zaman orada belirtiyordu. Görüşmeler sırasında da belirtiyordu. Diyordu; ‘Kürt halkının özerk, öz yönetimlerle yaşaması en doğal hakkıdır.’ Dediğim gibi, devletler yokken bile Kürt halkı kendi kendini yönetiyordu, özerk yaşıyordu. Daha devlet olgusu tarihte doğmadan bile. Onun için biraz Neolitik döneme ve ondan öncesine, Medler dönemine kadar giderek hatırlatma yapmıştık. Önderlik; ‘eğer bu gerçekleşmezse halk bunu kendi gücü, kendi kararıyla gerçekleştirecektir’ çünkü Kürt halkı artık statüsüz yaşamak istemiyor. Yani yüz yıl önce 1. Dünya Savaşı’nda Kürt halkına biçilen köle kefenini, statüsüz kefenini yırtıp atacaktır. O nedenle eğer demokratik yollardan sonuç alınamıyorsa Kürt halkı kendi özgür iradesiyle kendi gücüyle doğal yaşamını örgütleyecek özerk, özgür mücadelesini sürdürecekti. Bu görülüyordu. Mesela bunu hendeğe çok fazla endekslenmesinin amacı şu; bir anlamda öz yönetim modelinin yerine bunun tartışılmasını sağlayarak, öz yönetim taleplerimizi gözerde ettirmek. Hem dünyaya karşı, hem Türkiye toplumuna karşı, amaçları biraz böyledir.
HENDEK VE BARİKATLARIN AMACI NEDİR?
Devlet öz yönetim taleplerini tartışma konusu yapsaydı, hendek ve barikat ihtiyacı kalır mıydı?
Mesela ben basit bir örnek vereyim; daha o dönemimizde biliyorsunuz bir dönem Bingöl- Lice arasında hendekler kazılmaya başlanmıştı, devlet heyeti de bunu Önderliğe iletmişti. Önderlik, bizi de dinleyerek, onları da dinleyerek meseleyi doğru kavradıktan sonra anladı ki mesele şuydu; O yörede her tepede inşa edilen karakol yapımına karşı Halk İnisiyatifinin geliştirdiği bir direnişti. O görüşmeler çerçevesinde bir anlamda orada yapılan karakol- kelekol inşaatları bir anlamda durduruldu, malzemelerinin nakli durduruldu, hendekler de kapandı. Yani hendeklerin bir nedeni var. O nedeni görmeden sadece salt hendeği alıp değerlendirmek sadece devletin manipülasyon çabasıdır. Bir ikinci örnek; mesela devlet heyeti, Cizre’de, Silopi’de hendeklerin kazıldığından söz etti. Onun nedeni de o dönemde KCK operasyonlarıydı. Biliyorsunuz 2009 yılından itibaren çok yoğun şekilde siyasetçilere yönelik, toplumun en diri kesimine yönelik, gençliğe ve kadınlara yönelik çok yoğun bir tutuklama furyası vardı. Şimdi bu kitlesel tutuklamalara karşı Cizre’de, Silopi’de gençlik örgütleri bu şekilde hendek kazmayla tutuklamaları önlemeye çalışıyorlardı. En azından Önderliğin bilgisi dahilinde gittik oradaki arkadaşlarla görüştük. Önderliğin yaklaşımını, çatışmaların hendekler çerçevesinde devam etmesi, genel görüşmelerin zarar görebileceğini, artık devletin de bu konuda bir ders çıkarttığını, dolayısıyla bu hendeklere ihtiyaç kalmadığını anlatınca onlarda kendi aralarında tartışarak, bunun Önderliğin bir mesajı olarak kabul ettikten sonra hendekler kapandı.
DEVLET SAVAŞ KONSEPTİNİ DEVREYE KOYMASAYDI HENDEKLER OLMAZDI
Sonuç şudur; yani eğer devlet, 24 Temmuz’dan sonra bütün hatlarıyla bir savaş konseptini devreye sokmasaydı hendekler de olmayacaktı. Belki yine görüşmeler kesildiği için öz yönetim ilanlarına devam edecekti. Öz yönetimlerin gereği ilanı olan, Önderliğin savunması çerçevesi çizilen, devletten beklemeden toplumun sorunlarını çözmedeki hedeflerine ilerleyecekti. Ama şehirlerimiz, mesela giderek kırlar, şimdi Diyarbakır’da 5 Haziran’da sonradan IŞİD çeteleri olduğu anlaşılan bomba patlatıldı. Peki orada hendek mi vardı? Ankara’da ya da Suruç’ta yüzlerce insan, Ankara’da yüzün üzerinde, Suruç’ta 33 canımız katledildi, orada hendek mi vardı? Hayır, devletin faşist bir zihniyetle Kürt halkının bütün özgürlük taleplerini, örgütlenmesini, tavsiyeyi hedefleyen konsept gündeme girince bunlar savunma amaçlı oluşmaya başlandı. Artık, sorun bunları tartışmayı çok aşmıştır. Şimdi halkımızın İllerde, ilçelerde artık 20 günü aşan tankla, topla, havan toplarıyla ya da helikopterlerle saldırıya uğraması durumu var. Ki bu neredeyse Hitlerin yani Yahudi gettolarının bombalanmasından daha çok vahşicedir. Şimdi böyle bir durumda hendek, mendek tartışmasına dahi girmemek gerekir. Halkımız kendini savunuyor. Onun meşru savunma hakkıdır. Her canlının bu hakkı vardır sadece insan olarak halk olarak bizim hakkımız değil. Yani bir gülün dikeni bile aslında bir savunma aracıdır. Yine bal arısı balını korumak için sokar insanı değil mi? Açıktır. Savunması vardır kendini müdafaa eder savunur. Siz bir halka saldıracaksınız, bütün Öz Yönetim taleplerini terörize edeceksiniz ve en doğal hakkıdır… Dediğim gibi bizim Türklerle daha bin yıldır tarihimiz ortaklaşmış, ama ondan önce binlerce yıllık Kürdistan tarihinde Kürtler hep kendi kendini özerklikle, öz yönetimlerle yönetmesi vardır. Hatta bağımsızlığa yakın bir statüdür. E şimdi, geleceksiniz Kürtlerin doğal haklarını gasp edeceksiniz Kürtler de buna sessiz kalacak. Böyle bir şey mümkün değil, bunu herkes bilmelidir.
Yarın:
AKP’nin savaş hazırlıkları,
Rojava’daki gelişmeler
Ve devleti yöneten ekibin Kürt meselesine bakışı…