Kalkan: Küresel güçler soykırımcı politikanın sahibidir

Duran Kalkan: Bugünkü tüm politikaların altında Kürt sorunu denen, Kürtlerin yok sayılıp soykırıma uğratılması zihniyeti ve politikası yatıyor. Bu da bir küresel politikadır. Onlar soykırımcı politikanın sahibidir.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, NATO, ABD ve Avrupa’nın işgal saldırılarına ilişkin stratejileri ile Türk devletinin soykırım ve ‘Yeni Osmanlıcılık’ politikalarına ilişkin sorularımızı yanıtladı.

”Bugünkü tüm politikaların altında aslında Kürt sorunu denen, Kürtlerin yok sayılıp soykırıma uğratılması zihniyeti ve politikası yatıyor. Bu da bir küresel politikadır. Küresel-kapitalist devlet hegemonyasının ortaya çıkardığı bir zihniyet ve siyasettir. Onlar soykırımcı politikanın sahibidir. Dolayısıyla bu sorunu yaratan onlar. Bundan çıkar sağlayan onlar. Çözüme karşı olan onlar. Böyle olunca da bu soykırımcı zihniyet ve siyaset Kürt sorununu çözmek isteyen, Kürt varlığını ve özgürlüğünü savunan, Kürt özgürlük iradesini ve bilincini, örgütünü ve eylemini ortaya çıkartan, Kürtlerin ulusal demokratik hakları temelinde soykırımcı zihniyet ve siyaseti ortadan kaldırarak Kürtlerin de birlik içinde kendi demokrasilerini geliştirmelerini isteyen zihniyet ve siyasete karşı çıkıyor. Kürt sorununu yaratan zihniyet ve siyasete, onun mücadelesine destek veriyor. Böyle bir mücadeleyi haklı çıkarabilmek için de “Teröre karşı mücadele ediyorum” diyor. Günümüzde ‘terör’ kavramı böyle kullanılıyor. Ne yazık ki terörizm buna indirgenmiş bulunuyor. Ucuz bir biçimde karşıtını suçlama kavramı haline getirilmiş durumda. Terör-terörist denince akan sular duruluyor” diyen Kalkan, ANF’nin sorularına şu cevapları verdi.

NATO’nun, özellikle de ABD’nin, Türk devletinin işgal saldırısı ve bu saldırıların KCK bağlamındaki stratejileri ve ajandaları nedir?

TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a yönelik işgal saldırıları Bakurê Kurdistan üzerindeki sömürgeci-soykırımcı egemenliğinden ve bu temelde yürüttüğü soykırım saldırılarından kopuk ele alınamaz. Dolayısıyla söz konusu işgal saldırılarının amacı Bakurê Kurdistan’da olduğu gibi her bakımdan Kürt varlığını yok etmek ve Kürt soykırımını gerçekleştirmektir. Birinci ve temel amaç kesinlikle budur. TC devleti ve günümüzdeki AKP-MHP faşist hükümeti açık bir biçimde görmüştür ki başta Rojava ve Başûrê Kurdistan olmak üzere Kürdistan’ın diğer parçalarında soykırım uygulanmadan, ortaya çıkan Kürt gelişmeleri yok edilmeden, sadece Bakurê Kurdistan’daki halka dönük yürütülen soykırımcı saldırılarla sonuç alınmamakta, yani Kürt soykırımı başarıya götürülememektedir. Çünkü farklı parçalardaki özgürlükçü ve demokratik gelişmeler birbirlerini etkilemekte, diğer parçalarda da özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bilinç, örgütlülük ve eylem alanında gelişmesine yol açmaktadır.

O halde TC devleti Kürt soykırımını tamamlamak istiyorsa, dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında tüm Kürt varlığına ve özgürlüğüne dönük soykırımcı saldırıları bütünlüklü yürütmek zorundadır. Özellikle TC devletinin ve onun hükümetlerinin son 40 yıla aşkın PKK’ye karşı yürüttüğü imha, tasfiye amaçlı saldırılarından çıkardığı sonuç bu olmuştur.

İŞGAL SALDIRILARININ İKİ TEMEL AMACI

Kısaca, TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının iki önemli amacından söz edebiliriz: Kuşkusuz ayrıntıda daha fazla amaç güdülmektedir. Örneğin bölgesel mücadelenin, hatta küresel çıkar mücadelesinin bir aracı olarak söz konusu işgalci saldırılar görülmektedir. Fakat bunlar yanında ifade edeceğimiz iki temel amaç belirleyici olmaktadır.

Birincisi; Kürt soykırımını gerçekleştirmektir. Yani Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının esas amacı özgür Kürt bilincini, iradesini, örgütlülüğünü, kazanımlarını, kısaca Kürt varlığını yok etmektir. Öyle ki sadece askeri bir güç, siyasi bir etkinlik, ekonomik, örgütsel bir yapı değil, ruh, duygu, düşünce düzeyinde bile Kürt varlığını ve özgürlüğünü ifade eden, Kürt’e ait olan hiçbir şey bırakmamaktır.

Zaten TC devleti bu amaç doğrultusunda Bakurê Kurdistan’da her türlü yol-yönteme başvurarak soykırımcı bir saldırı yürütmektedir. Kültürel soykırımdan fiziki katliamlara, yani soykırıma kadar her şeyi yapmaktadır. Demografyanın değiştirilmesi, Kürtlerin kendi yurtlarından göçertilmesi ve esas olarak da asimilasyon uygulamaktadır. Kürt tarihinin, dilinin, kültürünün her şeyinin kültürel soykırıma uğratılarak Kürtlerin Türkleştirilmesi, Kürt varlığının Türk uluslaşmasının bir hammaddesi haline getirilmesi, böylece bu dünyada Kürt adına hiçbir şeyin bırakılmamasını hedeflemektedir.

Aynı amaç Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının da amacıdır. Bunu kesinlikle böyle bilmek ve anlamak gerekiyor. Çünkü doğru olan budur. Bu saldırılarla özgür Kürt iradesi kırılmak, Kürt kazanımları yok edilmek, mevcut iki parçada oluşmuş Kürt statüleri ortadan kaldırılmak, Kürt soykırımını bu parçalarda da uygulamaktır. Nitekim Efrîn, Girê Sipî, Serêkaniyê’de yapılan uygulamalar açıktır. Bunların Bakurê Kurdistan’daki uygulamalardan hiçbir farkı yoktur.

Yani işgal edilen yerlerde TC devletinin, AKP-MHP faşist hükümeti tarafından yapılanların tam bir soykırım olduğu ortadadır. Aynı şeyin Heftanîn’de, Metîna’da, Zap’ta, Bradost’ta gerçekleştirilen işgalci saldırılarıyla adım adım uygulanmakta olduğu net bir biçimde görülmektedir. Dolayısıyla TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük mevcut işgal saldırılarını, Kürt soykırımının temel bir saldırısı olarak görmek gerekir. PKK’ye dönük saldırı tamamen bu amaçladır. Çünkü PKK her düzeyde Kürt varlığını ve özgürlüğünü temsil eden ve geliştiren temel güç olmaktadır. Kürt varlığını ve özgürlüğünü yok etmek, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için de her şeyden önce PKK’nin varlığının yok edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle PKK’yi öncelikli hedef haline getirmektedir.

Bununla birlikte ikinci temel hedef olarak Rojava ve Başûrê Kurdistan’ı işgal etme, eski Osmanlı Kürdistan’ını tekrar TC devletinin sınırları içine katma, böylece Ortadoğu’da ‘Yeni Osmanlıcılık’ da denen bir tür yayılmacılık geliştirme hedefi vardır. Bu hedef geçmişte gizli olarak vardı, şimdi bazı çevreler tarafından açık olarak dillendirilmektedir. Bu hedefin ittihatçı, yani Enverci ele alınış, yürütülüşü ile Kemalist ele alış ve yürütülüşünde kısmi nüans farkları olsa da aslında özde aralarında herhangi bir fark yoktur.

Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli tarafından ele alınıp yürütülüşü ise Enverci ve Kemalci ele alıp yürütmelerin birleştirilmesini ve ortaklaştırılmasını ifade etmektedir. TC devletinin zihniyet ve siyaset olarak şekillenişinde başta Rojava ve Başûrê Kurdistan olmak üzere eski Osmanlı topraklarına dönük yayılma, genişleme emeli bir hedef olarak vardır. Zaten ittihatçılar, Enverciler bunu açıkça yaptılar. Kemalistler de biraz gizli yürütmeye çalıştılar. Örneğin Hatay’ın alınması bunu ifade etmektedir. Aynı Mustafa Kemal’in fırsat buldukça ‘Misak-ı Milli’ diye belirlediğimiz toprakların ele geçirilmesini TC devletine vasiyet ettiği tarafımızdan bilinmektedir. Dolayısıyla bir emel olarak, hedef ve amaç olarak TC devletinde böyle bir ilhak ve yayılma amacı, bölgesel bir emperyalist güç olma hedefi vardır.

Fakat bunun uygulanması uygun koşulları gerektirdiği için her zaman açık söylenmemekte, her koşulda yapılmamaktadır. Koşullar olgunlaştıkça, fırsat ve imkanlar oldukça bu tür adımlar atılmaya çalışılmaktadır. Kısaca bu konuda daha dikkatli, ihtiyatlı bir yaklaşım var. Yani her zaman açık bir biçimde böyle bir hedef gütmüyorlar.

ABD VE NATO’NUN ‘KCK STRATEJİSİ’

Şimdi NATO ve ABD’nin, TC devletinin ve AKP-MHP faşizminin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırılarına verdikleri desteği, bu doğrultuda izledikleri stratejiyi, TC devletinin söz konusu bu amaçları temelinde değerlendirmek gerekir. Bir yönüyle ABD ve NATO, TC devletinin Kürtlere dönük yürüttüğü sömürgeci ve soykırımcı siyaseti, saldırıları desteklemektedir. Çünkü bir yerde mevcut TC devleti ABD’nin de onayladığı, NATO’nun uygulama sorumluluğunu üstlendiği I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkartmış ve II. Dünya Savaşı’nın da pekiştirmiş olduğu siyasi sınırları esas almakta ve korumaktadırlar. Bu siyasi sınırların da Kürdistan’ı dört parçaya böldüğünü, Kürtleri yok sayarak Kürdistan üzerinde soykırımcı bir egemenliğin değişik devletler tarafından kurulmasını kabul ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla TC devletinin Kürdistan üzerindeki sömürgeci-soykırımcı egemenliği ABD ve NATO tarafından reddedilmemekte, tam tersine esas alınmakta, benimsenmektedir.

Daha doğrusu Kürdistan’ı parçalayan bu sömürgeci-soykırımcı egemenliğin TC tarafından yürütülmesinden memnun olmaktadırlar. Bu doğrultuda da destek vermektedirler. Temel duruşları destek yönündedir. Hem TC devletinin Kürdistan’da sömürgeci-soykırımcı bir güç olarak kurulmasını onaylamışlar, hem de bu gücü II. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO içine alarak güvenliğini üstlenmişlerdir. Bu sorumlulukları gereği TC devletinin Kürt soykırım zihniyet ve siyasetine destek vermektedirler. TC devleti de bundan yararlanarak hem Bakur Kürdistan’da soykırımcı saldırılar yürütmekte hem de aynı saldırıları Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal ve ilhak saldırıları biçiminde sürdürmeye çalışmaktadır. Esas itibariyle burada zihniyet ve siyaset olarak bir birlik, ortaklık vardır.

Peki hiç ayrılık yok mu? Kuşkusuz var. Bir defa siyasetin yürütülüşünde zaman zaman ayrılıkları çıkıyor. Daha doğrusu bu durum söz konusu devletler arasında ekonomik ve siyasi çıkarlar açısından çelişki ve çatışma yaşamalarına vesile oluyor. Yani ABD ve çeşitli NATO devletleri, TC devletinin Kürtlere dönük sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset yürütme durumunun ortaya çıkardığı zorluklardan, engellerden çıkar sağlıyor, yararlanıyorlar. Dolayısıyla söz konusu TC siyasetini Kürtlere dönük çatışmaya daha çok sevk ederek zorlanmasını, kendilerine muhtaç hale gelip Türkiye’nin imkânlarını bu devletlere çıkar olarak daha fazla sunmasını sağlamaktadırlar. Tabi bunun kapitalist, devletlerarası bir çıkar çelişki ve çatışması olduğunu bilmekteyiz.

Bunun yanında diğer bir farklılık şöyle ortaya çıkmaktadır: TC devleti zihniyet ve siyaset olarak tamamen Kürt’e ait her şeyi yok etmek isterken, ABD ve NATO Kürtlüğün bu düzeyde yok edilmesinin zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almamaktadır. Çünkü öyle bir durum kendi çıkarına olmamaktadır. Farz edelim ki Kürtlük tümden yok edildi; asimile edilerek Türkleştirildiler, Farslaştırıldılar, Araplaştırıldılar. Bu durumda Kürt kalmadığından, Kürt sorunu da olmayacaktır.

Böyle bir durumda ne olur? Kürtlerle, Türkiye-Suriye-İran-Irak arasında herhangi bir çelişki ve çatışma kalmaz. Böyle olunca da ABD, NATO ve diğer devletler için söz konusu çelişki ve çatışmadan yararlanma, bunun üzerine ekonomik ve siyasi çıkar inşa etme imkânı ve fırsatı ortadan kalkar. Çünkü Kürt sorununun varlığından ve bu temelde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye arasındaki çelişki ve çatışmalardan ABD, NATO devletleri, Rusya, diğer bütün dünya devletleri ekonomik ve siyasi çıkar elde etmekte, faydalanmaktadırlar. Çünkü bu çelişki ve çatışmalar, Türkiye-İran-Irak-Suriye gibi devletleri zorlayıp zayıflatmakta, onları daha çok dış desteğe mahkûm bırakmakta, böylece daha fazla işbirlikçi hale getirip ABD’den, NATO’dan destek almak zorunda bırakmaktadır. Bunun için de tabi bir sürü taviz vermektedir. İşte ABD ve NATO bu tavizi alabilmek için söz konusu çelişki ve çatışmanın varlığından yanadırlar. Kürt sorununun çözümünü istememektedirler. Kürt sorunu çözülürse kendi ekonomik-siyasi çıkar alanları kaybolmaktadır. Kürt sorunu var olur ve bu temelde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye devletleri arasındaki çelişki ve çatışma sürerse bu çelişki ve çatışmadan söz konusu devletler çıkar sağlamaktadır. O nedenle Kürtlerin tümden yok olmasını ABD ve NATO gibi güçler istememektedirler.

Peki, neyi istemektedirler? Bir yandan Kürtlerin tümden yok olmasını istememektedirler, bir yandan da Kürtlerin tüm Kürdistan’da birlik içinde, özgür ve demokratik bir sistem kurmalarını istememektedirler. Böyle olunca da Kürtlerle diğer devletler arasındaki çelişki ve çatışma ortadan kalkar. Onlar hep Kürt sorununun varlığını bu sorunun temelinde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye devletleri arasında çelişki ve çatışmanın varlığını istemektedirler. Hem söz konusu devletlere dönük politikaları hem de Kürtlere dönük politikaları bu biçimde oluşmaktadır.

ABD ve NATO’nun ‘KCK stratejisi’ bu esaslar üzerinde oluşmuştur ve hala da devam etmektedir. KCK’ye dönük politikalarının esasında birinci olarak TC devletine destek verme vardır. Esas itibariyle TC’nin her türlü sömürgeci-soykırımcı-işgalci-ilhakçı saldırıları desteklenmektedir.

İkinci olarak ise TC’nin Kürtleri tümden yok etme amacıyla tam uyumlu değillerdir. TC gibi Kürtlerin tümden yok olmasını değil de Kürtlerin özgür, demokratik, düşünce ve iradelerinin, dolayısıyla örgüt ve eylem güçlerinin yok olmasından yanadırlar. Yani KCK’yi istememektedirler. Çünkü o özgür Kürt iradesini ifade etmektedir.

Peki, KCK’ye dönük istemleri nedir? KCK’nin de KDP’lileşmesidir. KCK’ye karşıdırlar. Dolayısıyla TC devletinin PKK ve KCK’ye dönük yürüttüğü imha ve tasfiye saldırılarına tümüyle destek vermektedirler. Bu saldırıda TC devleti PKK ile KCK’yi tümden yok etmek isterken, ABD ve NATO gibi güçler ise tümden yok olma değil de KDP’ye dönüşmesini istemektedirler. Yani PKK ile KCK’nin, KDP’lileşmesini istemektedirler.

KDP’lileşmek ne demektir? Kürt ulusal birliği yerine aile-aşiret çıkarları temelinde hareket etmek demektir. Bölgesel-parça çıkarları doğrultusunda hareket etmek demektir. Özgür Kürt varlığı, birliği, bütünlüğü ve iradesi yerine, işbirlikçi, teslimiyetçi, çıkarcı bir politika yürütmek demektir. Yani bugünkü KDP ile AKP-MHP arasındaki ilişki ve ittifakı kabul eden bir zihniyet ve siyasete sahip olmak demektir. Bugün AKP-MHP faşizmiyle bu düzeyde ittifak yapan bir siyasetin Kürt birliğine, Kürt özgürlüğüne, Kürt demokrasisine, Kürtlerin diğer demokratik güçlerle ilişki ve ittifakına karşı olduğu açıktır.

Neyi temsil etmektedir? Kendi aile ve hanedan çıkarları için bütün Kürt imkânlarını seferber etme, Kürdistan’ın ulusal demokratik değerlerini satma, AKP-MHP faşizmi gibi en gerici, en diktatör, en çok Kürt düşmanı, soykırımcı güçle böyle bir çıkar temelinde ilişki ve ittifak kurmak, onu temsil etmek demektir. İşte ABD ve NATO’nun KCK ajandası bundan oluşmaktadır. KCK’yi de KDP gibi işbirlikçi, teslimiyetçi, Kürt özgürlüğünü, demokrasisini, varlığını ve birliğini reddeden bir zihniyet ve siyasete çekme çabasıdır. KCK’yi, KCK olmaktan çıkarmak, dönüştürmek, KDP’lileştirmek, böylece ABD ve NATO’nun çıkarları doğrultusunda hareket eden bir Kürt gücü haline getirmektir. Böyle bir siyaseti stratejik ve taktik düzeyde planlayıp yürüttükleri son derece açıktır.

Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın, hem NATO üyesi olarak hem de bağımsız bir blok olarak, Türkiye ve Türk ordusunun Başurê Kurdistan işgali bağlamındaki ajandası nedir?

Her şeyden önce şunu belirtelim ki Almanya’nın bağımsız bir blok olma durumu çok gerçekçi görünmemektedir. Daha doğrusu böyle bir şey olsa bile çok zayıf kalacaktır. Bağımsız bir blok olmaktan ziyade kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye, her şeyin önüne ekonomik çıkarı ve sömürüyü koymaya çalıştığı söylenebilir.

Günümüz Almanya devletinin siyasi duruşunun böyle olduğu açıktır. Bunu biz söylemiyoruz. Daha geçen gün Şansölye Merkel bile açık bir şekilde bu durumu “bizim siyasi durumumuz ekonomik çıkar ve sömürü esasına dayanıyor” diye net bir biçimde belirtti.

Bunun dışında NATO ile uyumlu ve bağlıdır. Aslında NATO’ya en çok ihtiyacı olan devletlerden bir tanesi günümüz Almanya devletidir. Bu yönüyle TC devletine benzemektedir. Nasıl ki TC devleti birçok zayıflığını NATO’ya dayanarak gideriyor, güvenliğini NATO üzerinden sağlıyorsa, Almanya için de benzer şey söylenebilir. Bu bakımdan da bazı ekonomik çıkar farklılıklarından dolayı çelişkiler olsa da Almanya’nın NATO’ya mesafeli olduğu ve ayrı blok duruşu geliştirdiğini söylemek kesinlikle doğru ve gerçekçi değildir. Çünkü fiiliyatta öyle bir durum söz konusu değildir.

Almanya’nın durumunu böyle tanımlarsak o zaman Türkiye’nin Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırıları karşısında Almanya’nın tutumunu anlamamız kolaylaşır. Her şeye olduğu gibi TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırılarına da ekonomik çıkar ve sömürü temelinde yaklaşım göstermesi bunu ifade ediyor.

Gerçekten de Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’de bir harita sunarak İdlib’ten Derik’e kadar bütün Suriye’nin kuzeyi ve Rojava Kürdistan’ı mevcut güçlerden temizleyerek oralara mülteci yerleştirme, bunun için altyapı hazırlama, ekonomik-mali yatırım yapma projesini sunması karşısında, bunun değerlendirilebileceğini ve buna katılacağını söyleyen ilk devlet Almanya olmuştur. Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırıları karşısındaki yaklaşımı da budur.

 Almanya’nın fırsat buldukça Irak ile en ileri düzeyde ekonomik-mali ilişki geliştirdiğini biliyoruz. Başta ABD olmak üzere NATO ile çelişki ve çatışma içinde olan İran ile bile Almanya’nın çok sıkı ve ileri düzeyde bir ekonomik-mali ilişki sürdürdüğünü de biliyoruz. Günümüzde bu ilişkiler çok daha ileri düzeydedir. Benzer biçimde Başûrê Kurdistan Federe Yönetimiyle de ekonomik-mali ilişkiler içinde olduğu, Federe Yönetime en çok destek veren güçler arasında olduğu, Güney Kürdistan’da ekonomik ve mali yatırımlar yapma heves ve çabasını sürdürdüğü bilinmektedir. Bir defa Almanya işgal yaklaşımlarına bu temelde bakmaktadır.

ABD VE ALMANYA TC’NİN İŞGAL SALDIRILARINA KARŞI DEĞİL DESTEKLEYİCİDİR

TC’nin Başûrê Kürdistan’a dönük işgaline İran-Irak-Hewlêr yönetimleri karşı çıkmayıp tam tersine destek veren konumda olduklarına göre, Almanya’nın da TC devletinin Başûrê Kurdistan’a dönük işgaline karşı olmayacağı, tersine destek vereceği açıktır. Bir defa Almanya’nın destekleyici politikalarının arkasında böyle bir ekonomik çıkar anlayışı yatmaktadır.

Diğer yandan Almanya her zaman Ortadoğu’nun Türkler tarafından yönetilmesi, egemenlik altında tutulmasından yana olmuştur. Tarihi olarak Alman İmparatorluğu ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını Ortadoğu’nun Türkiye üzerinden denetlenmesi çerçevesinde oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini böyle geliştirmiştir. Bir yandan buna dayalı olarak Ortadoğu’nun zenginlik kaynaklarını sömürmek isterken, diğer yandan İngiltere ile mücadele gereği Ortadoğu üzerinden Hindistan’a ulaşma hedefine bu biçimde ulaşabileceğini hesap etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı ile olan ilişkiler günümüz TC devleti ile de bu temelde sürmektedir. TC’nin Ortadoğu’ya dönük yayılmacı, etkinlik kurmayı hedefleyen politikalarına Almanya her zaman destek veren konumda olmuştur. Çünkü öyle oldukça daha fazla Ortadoğu kaynaklarına ulaşabileceğini, sömürü yapabileceğini hesap etmektedir. Bu anlamda da Rojava Kürdistan’ın, Başûrê Kurdistan’ın, hatta Ortadoğu’nun farklı alanlarının TC devleti tarafından işgal edilmesi, hatta ilhak edilmesine Almanya karşı çıkmaz. Belki genel dünya güçleri karşı çıkarsa açıktan karşı çıkıyormuş gibi görünür ama gizli olarak yine de TC devletine destek verir. Bunun bilinmesi lazım. Çünkü tarihsel olarak stratejik konumlanışı böyledir. Alman sermayesinin çıkar sistemi bu esas üzerine kurulmuştur. Bu nedenle de TC’nin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarına ABD-Almanya karşı değildir. Tam tersine destekleyicidir. Bunu açıktan yapmadığı, yapamadığı durumlarda kesinlikle gizli olarak yapar. Hem İran ve Başur Kürdistan politikaları bunu gerektirmektedir, hem de TC ile varolan ekonomik-siyasi ilişkileri, stratejik yakınlıkları böyle bir politika izlemesini gerektirmektedir. Alman sermayesi bu biçimde egemen olup politika yürüttüğü müddetçe, Almanya’nın söz konusu politik duruşunda da herhangi bir değişiklik kesinlikle söz konusu olmayacaktır.

Bu destek açıktan hangi biçimlerde sürmektedir? Gizli olarak ne tür ilişki ve ittifaklar temelinde, yine ne tür örgütlenmeler ile yürütülmektedir? Tabi söz konusu sorular araştırma ve inceleme yapmayı gerektirmekte, gerçekleri açığa çıkarma görevi vermektedir. Çünkü bazı şeyler gizli ilişkiler ve ittifaklar temelinde yürütülmekte, dolayısıyla açığa çıkmamakta, basına yansımamakta, kamuoyu tarafından bilinir olmamaktadır. Bu noktada, özellikle gizli ilişki ve ittifaklarla Almanya’nın TC devletinin işgaline nasıl bir destek verdiği açığa çıkartılmalıdır. Yine verilen açık desteklerin de daha iyi teşhir edilmesine ihtiyaç vardır.

Dikkat edelim; Efrîn’den Avaşîn’e, Zap’a, Xakurkê’ye kadar TC devletinin yürüttüğü işgal saldırılarında kullandığı silahlar NATO silahlarıdır. ABD silahıdır, Almanya silahıdır. Alman panzerleri ile bu işgal gerçekleştiriliyor. Efrîn sokaklarında Alman tankları geziyor ve Kürt soykırımını gerçekleştiriyor. Bunun görülmeyecek, bilinmeyecek bir yanı yoktur. Ama basın bunu yeterince işlememekte, Almanya’nın böyle bir soykırıma vermiş olduğu açık destek yeterince deşifre ve teşhir edilmemektedir. Hâlbuki yapılması gerekiyor. Bunu da herkesten çok Alman basınının yapması gerekiyor. Alman demokratlarının yapması gerekiyor. Çünkü böyle bir durum en çok Almanya’nın demokrasisine, özgürlüğüne zarar veriyor. Alman sermayesini güçlendiriyor. Dolayısıyla Alman halkını zayıflatıyor. Alman işçilerini, emekçilerini, söz konusu güçlenmiş sermaye karşısında daha zayıf bırakıyor. Almanya’yı faşizme-sömürgeciliğe-soykırımcılığa destek verir hale getiriyor, dolayısıyla Alman demokrasisini ve özgürlükçülüğünü zayıflatıyor. Bu açık bir gerçektir.

O halde herkes bu gerçeği görmek, özellikle Alman devrimci ve demokratlarının bu politikaları daha çok açığa çıkartır ve teşhir eder, bunlara karşı daha etkili mücadele yürütür konuma gelmeleri gerekir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye devletine geçiş sürecindeki kilit gelişmeler nelerdir. Bu geçişi belirleyen gelişmeler nelerdir? Bu süreçteki kilit dönüşümler nelerdir? Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan ve kendini sürdüren özellikler nelerdir? Türkleştirme projesi ve diğer halkları soykırımdan geçirmenin bu süreçteki rolü nelerdir?

Birincisi 1839 Tanzimat Fermanıdır. Öncesiyle birlikte şekillenen Tanzimat Fermanı Osmanlı’dan TC ulus devletine geçişin ilk ilkelerini ve programını ortaya koymuştur.

İkinci kilit gelişme 1876 Meşrutiyet ilanıdır. Tanzimat’tan sonra Osmanlı Meclis-i Mebusa’nın kuruluşu Osmanlı’dan TC ulus devletine geçişte ikinci bir aşamayı oluşturmuştur.

Üçüncü kilit gelişme 1908 ikinci Meşrutiyet’in ilanıdır. Yeniden Meclis-i Mebusa’nın açılması, Osmanlı sisteminin tümden aşılması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim olmasının önünün açılması ve böylece TC ulus devletine dönüşüm sürecinin hızlanmasını yaratmış, ortaya çıkartmıştır. Söz konusu bu gelişmeler temelinde aslında günümüz TC devleti esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyetinin yönetimi tarafından oluşturulmuştur.

Şöyle de diyebiliriz: İttihat ve Terakki yönetimi bir pro-TC’dir. TC’nin proto tipi İttihat ve Terakki yönetimi olarak şekillenmiştir. Bundan sonrası İttihat ve Terakki yönetimini doğru ve yeterli anlamaya ve söz konusu yönetimden Kemalist TC’nin kuruluşuna geçişi değerlendirmeye kalmaktadır. Böyle bir geçişin I. Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında gerçekleştiği, dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nda İttihat ve Terakki yönetiminin yenilgisi üzerinden şekillendiği bilinmektedir.

Unutmayalım ki Mustafa Kemal de bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi generaldir. Kemalist klik de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir parçası, bir hizbi konumundadır. Kesinlikle İttihat ve Terakki’den ayrı değildir. Fakat Talat, Enver ve Cemal paşaların izlediği politikalarla Mustafa Kemal Paşa’nın politik yaklaşımları tam uyuşmamaktadır. Aradaki fark şöyle ifade edilebilir: Talat, Enver ve Cemal paşalar daha açık emperyalist politikalar izlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nu Orta Asya Türklüğüne doğru açıktan yayma hedefleri güderken, Mustafa Kemal söz konusu politikaları serüvenci bulmakta, daha çok Osmanlı varlığını korumayı öngören, politikada biraz daha somut ya da gerçekçi diyeceğimiz yaklaşımları esas almak isteyen bir siyasi yaklaşıma sahiptir. Bunun dışında aralarında bir farklılık yoktur.

Dikkat edilirse Sivas ve Erzurum kongreleri ardından Mustafa Kemal’in yaptığı ilk iş de 1920 yılının 23 Nisan’ında Ankara’da yeni bir meclis açmak olmuştur. Bu bile Tanzimat Fermanı’na, 1’inci ve 2’inci Meşrutiyetlere ne kadar çok dayandığını açıkça ortaya koymaktadır.

Ankara’da böyle bir meclis kurulurken İstanbul’da toplanmış bulunan İttihatçı yönetim kadroları başlangıçta bu mecliste yer almamışlardır. Fakat Sivas’ta, Erzurum’da kongreye katılanların önemli bir kısmının İttihat ve Terakki üyesi olduğu, dolayısıyla Ankara Meclisi’ni açanların da İttihat ve Terakki Hareketi’nin bir parçası konumunda bulunduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir.

Dahası Ankara’da meclis kurulup İstanbul karşı devletler tarafından işgal edilince İstanbul’da toplanmış bulunan İttihatçı kadrolar artık yönetim görevini yerine getiremez bir duruma düşünce Ankara’daki meclisin etkinliğinin artacağı, gelişme sağlayacağı açığa çıkıp anlaşılınca, tümünün parça parça, açık ya da gizli bir biçimde İstanbul’dan Ankara’ya taşındığını, dolayısıyla Ankara’daki TC kuruluşunda aslında İstanbul’daki İttihat ve Terakki kadrolarının ağırlıklı olarak yer aldığını biliyoruz. Bir de böyle bir devamlılık vardır. Başta İsmet İnönü olmak üzere TC devletini kuran üst düzey kadroların hemen hepsinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Sadece Talat, Enver ve Cemal paşalar bunun dışında kalmışlardır. Onlar dışındaki bütün İttihatçı kadrolar TC kuruluşuna katılmışlardır. Aslında TC’de tam bir egemenlik kurmuşlardır. Bu yönüyle de baktığımızda TC devletinin İttihat ve Terakki yönetiminin bir devamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dönüşüm İstanbul’dan Ankara’ya geçiştir. Daha zayıf bir klik olan Kemalist hareketin birinci güç haline gelmesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ adını almasıdır. Değişiklikler esas olarak bunlar olmuştur.

Bunun dışında aslında zihniyet ve siyaset olarak İttihat ve Terakki yönetimi tamamen devam etmiştir. Yönetimden Talat, Enver ve Cemal paşalar düşüp Mustafa Kemal Paşa yönetime geçince, yukarıda belirttiğimiz siyaset anlayışı farklılığı da gerçekleşmiştir. Özellikle Enver Paşa’nın serüvenci, yayılmacı, emperyalist, Ortaya Asya Türklüğünü Osmanlı’ya bağlamayı açıktan öngören politikaları reddedilerek, politikada daha somut, gerçekçi, objektifiteye uygun, elde olanı değerlendiren bir çizgi izlenmeye yönelinmiştir. Kemalist siyasetin esası budur. Bu da aslında Mustafa Kemal’in, Talat, Enver ve Cemal paşaların düşüncelerine, politikalarına karşı olduğundan değil, pratikte onların gerçekleşmesinin imkânının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal, Enver’in düşüncelerini yanlış bulmamaktadır. Sadece uygulanır görmemekte, pratikleşebileceğine inanmamaktadır. Yaşanılan siyasi-askeri koşulları öyle politikaları başarıyla uygulamaya imkân verir görmemektedir. Onun için yanlış, hatalı ve tehlikeli bulmaktadır.

Nitekim pratikte doğrulanan Mustafa Kemal olmuştur. Bütün çabasına rağmen Enver Paşa ağır bir hezimet yaşamaktan kurtulamamıştır. Önce koskoca Osmanlı İmparatorluğunu yok etmiş, ardından kendisini bir faciaya götürmüştür. Buna karşılık Mustafa Kemal’in daha objektif davrandığı, gerçekçi hareket ettiği, somut durumun gereklerine göre bir siyaset izlediği açıktır. Bu da bugünkü TC sınırlarının esas alınıp TC ulus devletinin kurulması olmuştur.

Kurulan TC devleti, Kemalist yönetim, Enver’in serüvenci politikalarını reddetmiştir. Ama onun dışındaki İttihat ve Terakki zihniyetini ve siyasetini olduğu gibi esas almıştır. İttihat ve Terakki’nin savaşçı, milliyetçi, soykırımcı, kültürler ve halklar düşmanı, Türk’ten başka hiçbir etnik topluluğa kendi sınırları içerisinde yaşama hakkı tanımayan ve fırsat buldukça da yayılma emelleri güden zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almıştır.

Dikkat edelim Ermeni Soykırımı’na sahip çıkmıştır. Ardından 1924’te Asuri-Süryani Soykırımı’nı TC devleti gerçekleştirmiştir. Rum soykırımlarını gerçekleştirmiştir. Kürt soykırımını I. Dünya Savaşı’ndan başlamak üzere günümüze kadar bütün politikalarının temeli yaparak yürüten TC devleti olmuştur. Yani İttihat ve Terakki’nin ırkçı, şoven, Türk milliyetçisi, Pan-Türkist, Turancı zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almış, Anadolu ve Mezopotamya’daki bütün halk topluluklarını, dil ve kültürleri soykırımdan geçirerek, katliamlara uğratıp esasta asimilasyona tabi tutarak Türkleştirme politikası izlemiştir.

TC İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN SOYKIRIMCI ZİHNİYETİNİ DERİNLEŞTİREREK PERVASIZCA UYGULAMIŞTIR

Soykırımı katliam, tehcir, demografyayı değiştirme ve esas olarak da asimilasyon biçiminde çok etkili bir şekilde kullanmıştır. TC, İttihat ve Terakki’den başlayan soykırımcı zihniyet ve siyaseti olduğu gibi almış, hatta daha da derinleştirilip geliştirerek, daha pervasızca uygulamıştır. Bugün AKP-MHP faşizminin izlediği politikalar, yürütülen Kürt düşmanlığı, sürdürülen Kürt soykırımı, yine Ermeni-Rum-Asuri düşmanlığı gerçeği net bir biçimde göstermektedir. Resmi Türk söylemine, ideolojisine, propagandasına, Türk eğitimine, ticaretine bakılırsa bu gerçek net bir biçimde görülebilir.

Diğer yandan başta Kürdistan’ın diğer parçaları olmak üzere fırsat buldukça dışa yayılma, eski Osmanlı topraklarını imkânlar dâhilinde adım adım ele geçirme siyaseti, bir TC politikası olarak sürmüştür. Hatay’ın alınması, Kıbrıs’ın işgali, Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük yürütülen işgal saldırıları, hatta Libya’ya dönük politikalar, Azerbaycan-Ermeni çatışmasına katılım durumu, Katar ve benzeri güçlerle ilişkiler söz konusu bu politikayı açıkçı ortaya koymaktadır.

Mustafa Kemal, Enver’in son derece açık ve serüvenci olan yayılmacı politikalarını yanlış bulmuş, koşullar elverdikçe, imkânlar oldukça bunu adım adım uygulama siyaseti izlemiştir. Görünüşte sınırlarını esas almış, barışçıl söylemde bulunmuş, gizli ajanda ve esas anlayış olarak ise fırsatlar yaratarak, koşullarını olgunlaştırarak, yayılıp başka alanları işgal etme zihniyet ve siyasetini izlemiştir. Mustafa Kemal’in ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ dediği şey aslında fırsat bulunca yayılma siyasetini ve yine başta Kürtler olmak üzere diğer halklara karşı soykırım savaşını gizlemek için uydurulmuş bir söylemden başka bir şey olmamaktadır. Öyle diyerek aslında yaptığı soykırımları, gerçekleştirdiği işgal ve ilhak saldırılarının üstünü örtmeye, bunları gizlemeye çalışmıştır. Bugün bu durumu en iyi AKP-MHP faşizmi ortaya koymakta, uygulamaktadır.

Zaten Tayyip Erdoğan Kemalist hareketin gizli olarak böyle bir politika izlemesini doğru bulmadığını, bunun açıktan yapılması gerektiğini ilan etmiştir. Lozan’a karşıtlığı, açıktan Kürdistan’ın diğer parçalarına ve Ortadoğu’ya dönük işgalci emellerini ortaya koyması, Ortadoğu’nun birçok alanında müdahaleci, yayılmacı politika izlemesi, ‘Yeni Osmanlıcılıktan’ söz etmesi bu gerçeği açık bir biçimde göstermektedir.

Dikkat edilirse Tanzimat’tan AKP-MHP faşist diktatörlüğüne kadar gelen süreç bir bütündür. Çeşitli aşamaları vardır; bir aşama Tanzimat’tır, bir aşama 1. Meşrutiyet’tir, bir aşama 2. Meşrutiyet ve İttihat-Terakki’dir. Bir aşama da Kemalist TC’nin kuruluşudur. Son aşama da 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi ve bu darbenin ortaya çıkardığı AKP-MHP faşist diktatörlüğüdür. Bütün bu sürecin geldiği nokta AKP-MHP faşist diktatörlüğü, cumhuriyeti olmaktadır. Öyle dememiz gerekiyor. Zaten böyle bir cumhuriyetin İttihatçı olduğu, Turancı, soykırımcı, savaşçı olduğu, Kürtlere karşı yürüttüğü işgal ve soykırım saldırılarından, Ermeni soykırımını, Ermenistan’a karşı düşmanlık şeklinde sürdürmesinden, Libya’ya asker çıkarmasından, Katar-Yemen savaşlarına katılmasından açıkça görülmektedir. Bunun aslında İttihat ve Terakki yönetiminin I. Dünya Savaşı’nda yürüttüğü politikanın aynısı olduğu, aslında I. Dünya Savaşı’nda kaybedilenleri kazanma amacı güttüğü açık bir gerçektir.

Uluslararası aktörlerin, Avrupa, özellikle Almanya ve Britanya’nın, ilaveten Rusya’nın da Türk devletinin oluşturulmasındaki ajandaları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Çok iyi biliyoruz ki bugünkü TC devletinin oluşmasından esas olarak Almanya ve Britanya sorumludur. Almanya ve Britanya devletleri ve Alman-İngiliz sermayeleri arasındaki çelişki ve çatışmanın bugünkü TC devletini ortaya çıkardığı tartışma götürmeyen bir gerçektir. Esas olarak 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde ve 20’inci yüzyılın ilk yarısında Osmanlı üzerindeki kavga Alman ve İngiliz kavgası olmuştur. I. Dünya Savaşı Alman-İngiliz savaşıdır. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir savaşın sonucunda parçalanmıştır. TC devleti böyle bir savaşın yıkıntıları üzerinden kurulmuştur. Her ne kadar Almanya savaşta yenilmiş, dolayısıyla savaş sonrası şekillenen dünya ve Ortadoğu’da söz sahibi olmamış gibi görünse de bu yüzeysel bir bakış açısıdır. Her şeyden önce Almanya, böyle bir sonucun ortaya çıkmasında İngiltere ile birlikte birinci aktör olarak rol oynamıştır.

Yine dünyanın ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde, dolayısıyla TC devletinin kuruluşunda Alman sermayesinin varlığı ve gücü, dolayısıyla Alman siyaseti her zaman etkili olmuş ve dikkate alınmıştır.

Kuşkusuz böyle bir Kemalist hareketin kabul görüp TC’nin şekillenme sürecinde Britanya ile birlikte Fransa ve Sovyet Rusya’da önemli rol oynayan iki devlet olmuştur. Fransa, Britanya ile ortaklık yaparak TC’nin kuruluşuna, şekillenmesine katılmıştır. Bilindiği gibi Kemalist hareket ile ilk anlaşma yapan, dolayısıyla Kemalist hareketi resmen tanıyan Fransa Devletidir. Daha 1921’in başında Ankara anlaşmasıyla Fransa devleti Kemalist hareketi resmen tanımıştır.

Diğer yandan Ortadoğu’nun I. Dünya Savaşı sonrası şekillendirilmesinde Britanya ile birlikte en çok rol oynayan devlet, Fransa’dır. Ortadoğu’nun parçalanması, paylaşılması tamamen İngiliz-Fransız ittifakı ve çatışmasına dayalı olarak gerçekleşmiştir. Bunlar hem ittifak yapmışlar hem de Ortadoğu üzerinde kendi aralarında bir paylaşım savaşı yürütmüşlerdir. Dolayısıyla Fransa’nın da bir sorumluluğu vardır. Fransız sermayesinde her zaman Ortadoğu’nun zenginliklerinden pay alma amacı var olmuştur.

İngilizler ise daha çok Osmanlı’nın korunmasını, Osmanlı varlığı temelinde Almanya’nın Ortadoğu’dan Hindistan’a ulaşmasını engellemek isterken bunun mümkün olmadığını gördükten sonra 20’inci yüzyılın başından itibaren Osmanlı’nın parçalanmasını ve Ortadoğu’nun İngiltere tarafından ele geçirilmesini öngören bir politik strateji geliştirmişler ve bunu I. Dünya Savaşı’nda bir paylaşım mücadelesine kadar götürmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan, Ortadoğu’yu Fransa ile birlikte kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiren bir politik gelişmeyi ortaya çıkarmışlardır.

Burada Sovyet Rusya’nın rolünden de söz etmemiz gerekiyor. Böyle bir sürece katılırken Çarlık Rusya’sı İngiltere ve Fransa ile anlaşma, ittifak halindedir. Daha sonra Ekim Devrim’i ardından oluşan Sovyet Rusya her ne kadar Çarlığın İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifak dâhilinde böyle bir sürece katılmamış olsa da Sovyet Rusya’nın çıkarlarının savunulması, ‘Ekim Devrimi’nin Korunması Stratejisi’ adı altında başta TC devletinin kuruluşu olmak üzere Ortadoğu’da ve Güney Asya’da birçok yeni gelişmeye dâhil olmuştur. Yeni siyasi sistemlerin kurulmasına katılmıştır. Bu anlamda Kemalist hareketin başarı kazanmasına, TC devletinin kuruluşuna politik ve pratik düzeyde en çok güç ve destek veren devletlerden bir tanesi Sovyet Rusya olmuştur. Bunu sözde Ekim Devrimi’nin Korunması, Sovyetler Birliği’nin güneybatıdan güvenliğinin sağlanması stratejisinin bir parçası olarak yürütmüşlerdir.

TC devletinin kuruluşunu kendilerinin güvenliği için uygun görmüşler, dolayısıyla Kemalist harekete ve TC devletine fazlasıyla destek vermişlerdir. Böyle bir devletin işbirlikçi duruşunu, soykırımcı gerçeğini; Ermeni, Kürt, Asuri, Rum düşmanlığını görmezden gelmişlerdir. Bu temelde kendi çıkarları için “uygundur” diyerek ırkçı-şoven-soykırımcı TC devletinin şekillenmesine politik ve pratik destek vermişlerdir. Her ne kadar Kemalist hareket ve TC devleti, İngiltere, Fransa, Almanya ve benzeri güçlerle ilişkiler ve çatışmalar içinde şekillenmiş olsa da Osmanlı’dan TC’ye geçiş ve Kemalist hareketin bir TC devleti haline gelme sürecinde politik ve pratik olarak en çok destek veren güçlerden bir tanesinin Sovyet Rusya olduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir.

Esas olarak dar, çıkarcı, ideolojik gerçeklerden uzak, kendi çıkarını her şeyin üstünde gören Sovyet politikası, Ekim Devrimi’nden hemen sonra Kemalist hareket ve TC devletiyle kurduğu ilişkilerle şekillenmiştir. İttihat ve Terakki ile Kemalist hareketin, TC devletinin Ermeni-Kürt-Asuri-Rum soykırımına göz yumarak aslında sosyalist ilkelerden, Lenin’in geliştirdiği ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinden vazgeçmişlerdir. Bu ilke Sovyetler Birliği’nin çıkarına olduğu zaman uygulanmış, onun çıkarını biraz zorlayınca ilkeden vazgeçilmiştir. Daha o zamandan sosyalizm ilkeleri Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını öngören politik ilkelere feda edilmiştir. Daha sonra da Sovyetler Birliği’nin ideolojiden sapışı, revizyonizme dönüşmesi ve çöküşünün bu temelde gerçekleştiği bilinmektedir.

Esas olarak hegemonyacı devlet çıkarlarını esas alan ve her şeyi buna bağlayan Sovyetler Birliği gerçeği, 1920’lerin başından itibaren TC karşısında izlediği politikalarla ortaya çıkmaya başlamıştır. Başta Kürtler olmak üzere Ermenilerin, Asurilerin, Rumların mücadeleleri karşısında TC’ye destek veren tutumları, aslında kendi ilkelerini uygulamadıklarını, siyasi çıkarlarıyla çeliştiğinde ilkeyi siyasi çıkara feda ettiklerini ortaya koymuştur. Böylece Sovyet Rusya’nın da böyle bir TC’nin şekillenmesinde, yine başta Ermeniler, Kürtler olmak üzere yüzyıllık Asuri, Süryani, Rum soykırımını yürüten bir zihniyet ve siyasetin dünyanın merkezi olan Anadolu ve Mezopotamya’da varlık göstermesinin sorumlularından biri olduğu açıktır. Bu zihniyet ve siyaset biraz da söz konusu güçlerden aldığı böyle bir destekle varolmuş ve günümüze kadar hükmünü icra ederek varlığını sürdürmüştür.

Bölgesel ve küresel düzeyde, Türkiye’nin mevcut ajandasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin ajandası çoğunlukla “Neo-Osmanlıcılık” nedir? Onun bölgemiz için vizyonu nedir? Bu politikanın kökenleri nelerdir?  Ve nasıl oluşturuldu?

İttihat ve Terakki yönetimi küresel emperyalist bir güç olmak istiyordu. Emperyalist paylaşım savaşına da böyle bir zihniyet ve siyaset temelinde katılım gösterdi. TC devleti ise bölgesel, hegemonik, emperyalist bir güç olmak istiyor. Küresel düzeydeki bir yayılmacılığı, bu temelde emperyalist bir güç haline gelmeyi çok gerçekleşir bulmuyor. İmkân dâhilinde görmüyor. Hayalcilik ve serüvencilik olarak değerlendiriyor. Fakat onun yerine bölgesel bir hegemonik, emperyalist güç olunabileceğine inanıyor, zihniyet ve siyasetini böyle bir amaç temelinde oluşturuyor. Küresel siyasetini ise tamamen kendini bölgesel-hegemonik bir güç haline getirecek strateji ve taktikler temelinde yürütüyor. Küresel planda tüm diplomatik faaliyetlerini, ilişki ve çelişkilerini böyle bir amaca bağlı olarak sürdürüyor. Stratejik amacı kesinlikle budur. Bu konuda en ileri tavizler veriyor. Küresel büyük güçlere dayanmayı esas alıyor. İngiltere, İsrail, Almanya ve ABD ile ilişkileri bu temeldedir. NATO’ya girişi kesinlikle bu çerçevede olmuştur.

Bir de tehdit ve şantaj politikası yürütüyor. Yani bölgesel bir emperyalist güç olabilmek için küresel düzeydeki politikalarında üç temel doğrultu izliyor; bir tanesi taviz verme, stratejik konumunu ve imkânlarını pazarlamadır. Bu konuda TC devleti gerçekten tam bir ticaret yönetimi gibidir. Pazarlamacıdır. Mustafa Kemal’den günümüze kadar bütün hükümetler böyle bir politika izlemişlerdir.

İkincisi büyük güçlere dayanmadır; önce Almanya, sonra İngiltere-İsrail, yine II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile ilişkilenip NATO’ya girmesi tamamen bu çerçevede olmuştur.

Üçüncüsü tehdit ve şantaj politikası izlemektir. Bu da esas olarak AKP-MHP faşist diktatörlüğünde açığa çıkmış ve zirve yapmıştır. Ondan önce de TC devleti sınırlı olarak gizli bir biçimde MİT marifetleriyle böyle bir politika izlemeye çalışıyordu. Çeşitli güçleri tehdit ediyordu. Provokasyonlar yapıyordu. Fakat bu durum AKP-MHP faşist diktatörlüğü ile tam bir politika haline gelmiştir. Örgütlerine kavuşmuş, sistem kazanmıştır. Birçok çete örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Osmanlı Ocaklarından başlamak üzere MİT’in yeniden yapılandırılmasına, kontr-gerillanın yeniden şekillendirilmesine kadar aslında eski klasik devlet yok edilerek TC’nin AKP-MHP eliyle yeni bir faşist çete devleti haline getirilmesine kadar bu durum ilerlemiştir. TC sınırlarının dışına çıkarak DAİŞ, El-Kaide, daha çok da İhvan-i Müslimin denen örgütlenmeyle ilişkilenerek Ortadoğu’da kendini İslami sayan milliyetçi çete örgütlenmeleriyle en ileri düzeyde ilişkilenmiş, Türkiye’yi, İslam adını böyle kullanan bir çeteciliğin merkezi haline getirmiştir. Suriye’deki bütün çete örgütlenmeleri merkez olarak Türkiye’yi esas almakta, oradan beslenmektedir. Nihayetinde DAİŞ, AKP-MHP faşist diktatörlüğüne dayanan, oradan beslenen bir yapı haline gelmiştir. El-Kaide ile ilişkileri, özellikle Suriye üzerinden Cebet el Nusra ile kurduğu ilişkiler temelinde ileri bir düzeyi kazanmıştır.

Bütün bu çete örgütlenmelerine ve gücüne dayanarak Ortadoğu’da nasıl bir etkinlik ve yayılma politikası izlediği, Ermenistan’dan Libya’ya, oradan Yemen’e kadar Ortadoğu’nun her alanında birer işgal ve çatışma etkeni haline geldiği ortadadır. Ancak bununla da yetinmemektedir. Söz konusu çeteci yapıyı Efrîn’den Xakurkê’ye kadar Kürdistan’ın ortasında, bir toprak zemininde bir çete devleti gibi yerleştirerek sürekli kılmayı, dahası buna dayanarak küresel düzeyde tehdit ve şantaj siyaseti yürütmeyi esas almaktadır. DAİŞ’ten El-Kaide’ye kadar birçok gücü bu temelde kullandığı ortadadır. Paris katliamı bunun en somut örneklerinden biriydi. DAİŞ eliyle Almanya’dan İngiltere’ye, Fransa’ya kadar tüm Avrupa’da, yine Amerika’ya kadar dünyanın her alanında terör saldırıları düzenletmiş, bütün devletleri kendi politikalarını, özellikle de Kürt soykırımı politikasıyla Ortadoğu’daki yayılma politikasını kabul eder ve destek verir hale getirmeye zorlamıştır. Gerçekten de tüm DAİŞ saldırılarının arkasında kesinlikle AKP-MHP faşist diktatörlüğü vardır. Bunu bütün dünya bilmektedir. Zaten mevcut Rusya yönetimi bunu belgelerle ortaya koyup açıklamada bulunmuştur. Diğer devletler açısından da benzer yaklaşım söz konusudur. Mevcut TC devletinin küresel politik yaklaşımları açısından esas olarak da bunlar belirtilebilir.

KÜRT SOYKIRIMINI GERÇEKLEŞTİRMEK, ORTADOĞU’DA YAYILMAK

Dikkat edilirse bütün bu politikaların merkezinde Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Ortadoğu’da bölgesel bir emperyalist güç olarak yayılmak, tüm dünya devletlerini böyle bir politikaya razı etme yaklaşımı vardır. TC devletinin gerçek stratejisinin bu olduğu tartışmasız bir durumdur.

Yine ‘Yeni Osmanlıcılık’ ya da ‘Neo Osmanlıcılık’ denen politik stratejinin esas olarak bu temelde şekillendiği açıktır. Bunun kökeni Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgesel hegemonik bir güç olma gerçeğine dayanmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminde her zaman küresel-emperyalist-hegemonik bir güç olma hayali, hevesi vardı. Bu hayal ve hevesle İttihat ve Terakki yönetimi, Enverci yönetim açıktan dünya savaşına katılım göstermişlerdir. Fatih Mehmet’ten bugüne küresel bir hegemonik güç olma hevesi Osmanlı İmparatorluğu’nda hep vardır. İttihat ve Terakki yönetimi bu politikayı güncellemiş, bir dünya savaşı içinde gerçekleştirme hayaline kapılmıştır. Bunu tarihsel olarak biliyoruz.

Evet, günümüz TC devleti böyle bir küresel-hegemonik güç olma zihniyet ve siyasetini izleyememektedir. Bunu gerçekçi ve uygulanabilir görmediği için yapmaktadır. Yoksa istemediğinden, zihniyetinin öyle olmadığından değil. Gerçekleşir, pratikte uygulanır görmediği için böyle yapmaktadır. Bunun yerine Kürt soykırımını gerçekleştirerek Kürdistan’ı tümden Türkleştirme, Ortadoğu’da bölgesel-hegemonik bir emperyalist güç haline gelme, dünyayı böyle bir politikaya razı etme zihniyeti ve stratejisi geçmiştir. Günümüz TC devletinin esas zihniyeti ve siyaseti budur. Kemalist hareketin gizli olan politik ajandası buydu. AKP-MHP yönetiminde bu gizli ajanda açık olarak ortaya çıktı. Net ifade edilir hale geldi ve açık bir biçimde pratikte uygulanmaya kondu. Günümüzde de yürütülen kesinlikle budur.

Bu politikayı gizli tutarken, bu kadar açık uygulamazken nasıl oldu da AKP-MHP faşizmi bu denli açık yürütür, açıkça ifade eder, savunur, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bir harita biçiminde sunar hale geldi? Bundan da küresel güçler sorumludur. TC devleti bu duruma pratikte adımlar ata ata gelmiştir. Ermeni soykırımından başlamış, Kürt soykırımına kadar bunu devam ettirmiştir. Bunların hiçbirisi önlenmediği gibi bunlara karşı dünya güçleri tarafından karşı çıkılmamıştır da. Kısaca destek görmüştür. ‘Teröre karşı mücadele’ adı altında yürütülen Kürt soykırımı NATO tarafından 37 yıldır desteklenmektedir. 1985 yılından bu yana TC’nin PKK’ye karşı yürüttüğü savaşı esas olarak NATO yürütmektedir. Bu savaş NATO karargâhlarında kararlaştırılıp planlanmakta, söz konusu savaşa her türlü siyasi ve askeri desteği NATO vermektedir.

İşte bu temelde söz konusu ‘Neo Osmanlıcılık’ politikaları ve zihniyeti açıkça savunulur ve uygulanır hale geldi. Ermeni soykırımına ses çıkarılmadı, Kürt soykırımına ses çıkarılmadı. Amed’de, Dersim’de, Ağrı’da yaşanan Kürt soykırımlarına karşı çıkmak bir yana, göz yumulup destek verildi. Ardından böyle bir devlet NATO’ya alınarak güvenceye kavuşturuldu. 37 yıldır NATO tarafından PKK’ye karşı savaş yürütülür oldu. Tayyip Erdoğan’ın İhvan-i Müslimin, DAİŞ ve El-Kaide ile ilişkilerine göz yumuldu. Çete saldırılarına, DAİŞ saldırılarına açık destek verdiği halde bu görmezden gelindi. Dahası DAİŞ’e karşı savaşıyormuş gibi 2015 yılında TC ile ABD tarafından sözde ikinci bir sahte koalisyon oluşturuldu.

Böyle olunca TC devleti, AKP-MHP faşist diktatörlüğü de bu gizli ajandasını bugün açık hale getirir, söz konusu zihniyet ve siyaseti açıktan yürütür hale geldi. Cesaret aldı, cüret buldu. Dünyayı zayıf buldu. Kimse beni engelleyemez anlayışına kapıldı. Kimisini tehdit ve şantajla her tarafta terör eylemleri gerçekleştirip korkutarak, kimisine bol bol ekonomik tavizler verip Türkiye’nin imkânlarını pazarlayarak susturdu. Buna küresel düzeyde politika yürüten güçler, devletler ‘evet’ dediler. Sağladıkları ekonomik çıkarlar sonucunda göz yumdular, destek verdiler, onayladılar, karşı çıkmadılar ve TC devletini bugünkü AKP-MHP faşist diktatörlüğü altında böyle azgın, saldırgan bir güç haline getirdiler.

Evet, bu güç bugün bir canavardır. Günümüzün Hitlerciliğidir, Mussoliniciliğidir, Saddamcılığıdır. En çok zararı Kürtler görüyor. Her gün Kürt soykırımı, Kürt düşmanlığı yapıyor. Bu bir gerçektir. Bundan en çok Kürtler zarar görüyor. Ama herkes şunu bilme ki, Hitlercilik, Saddamcılık nasıl kendisini sağlamlaştırınca bütün dünyayı tehdit ettiyse, tüm devletlerin çıkarına zarar verir hale geldiyse, bir insanlık düşmanı güç konumu kazandıysa, AKP-MHP faşist diktatörlüğü de, TC devletini böyle bir küresel canavar, terör devleti ve tüm insanlık için tehlikeli bir saldırganlık haline getirmiştir.

Şimdiden herkes zarar görüyor. Eğer bu güç ortadan kaldırılmaz, değiştirilmez, Türkiye bu faşist zihniyet ve siyasetten kurtarılarak demokratikleştirilmezse önümüzdeki süreçte Kürtler kadar bütün Ortadoğu halkları, tüm insanlık, kadınlar, gençler de büyük zararlar görecek.

Günümüzde AKP-MHP faşizminin uyguladığı mevcut siyasetlerden çıkar sağlayan devletler de yarın bu terör canavarı tarafından tehdit edilen ve ondan ciddi zararlar gören bir güç konumuna düşeceklerdir.

Teröre karşı savaş adı altında yürütülen PKK’yi kriminalize etme politikalarının kökenleri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu kriminalize edilme durumu Kürt Hareketinin gelişimini ve çalışmalarını nasıl etkilemiştir? Ayrıca, teröre karşı savaş küresel güçlerin Kürtlere yaklaşımını nasıl şekillendirmiştir? Örneğin, ABD tarafından 3 KCK üst yönetimi için belirlenen ödül, Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü soykırım saldırıları. Uluslararası camia Kürt hareketini bir suç örgütü olarak ilan ederek, Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü soykırıma izin veriyor? Bunun nedeni nedir?

Küresel devlet güçlerinin Kürt Hareketini bir suç örgütü olarak ilan edip TC’nin Kürtlere karşı yürüttüğü soykırıma izin verdiği, dahası desteklediği bir gerçek. Bu nereden kaynaklanıyor? Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasetin bir küresel zihniyet ve siyaset olmasından kaynaklanıyor. Kürt sorununun bu küresel devlet güçleri tarafından ortaya çıkartılmış bir sorun olmasından kaynaklanıyor. Kürt sorununun çözümünü küresel devlet güçlerinin istememesinden kaynaklanıyor. Çünkü küresel-devletçi hegemonya Kürdistan’ı bölüp Kürtler üzerinde soykırımcı egemenlik kurarak, çeşitli devletlerin böyle bir saldırı yürütmesi zihniyetini ve siyasetini I. Dünya Savaşı sonrasında yarattı. Kürdistan’ı bölerek, çeşitli devletlerin Kürtler üzerinde soykırım savaşı yürütmesini şekillendirerek, Kürtler ile bu devletler arasında derin bir çelişki ve çatışma ortaya çıkardı. Ortadoğu üzerinde bu çelişki ve çatışmaya dayanarak egemenlik kurmayı, Ortadoğu’yu bu çelişki ve çatışma içinde yönetmeyi, Kürdistan’ı ve Ortadoğu’nun zenginliklerini bu çelişki ve çatışmaya dayanarak sömürmeyi esas aldılar.

Onun için de Kürdistan’ı bölmüş olan, Kürtler üzerinde soykırımı uygulanır hale getirmiş olan bu zihniyet ve siyasetten zarar görmüyorlar, yarar görüyorlar. Ekonomik kazanç sağlıyorlar. Bunu net görmemiz, bilmemiz lazım. Dolayısıyla Kürdistan’ın bölünmesi ve Kürtler üzerinde soykırım uygulanması, Kürt varlığının ve özgürlüğünün kabul edilmemesi demek olan Kürt sorununu, aslında küresel devletçi güçler tarafından ortaya çıkardılar ve bu sorunun çözümünü istemiyorlar. Bu sorunun varlığından çıkar sağlıyorlar. Çıkarları gereği çözüm istemiyorlar. Çözülürse, dolayısıyla Kürtlerle Ortadoğu’nun diğer devletleri arasındaki çelişki ve çatışma ortadan kalkarsa öngördükleri çıkarları sağlayamayacaklarını düşünüyorlar. Çıkarları gereği de Kürtler üzerinde yürütülen soykırım saldırılarına izin veriyorlar. Karşı çıkmıyorlar. Görmezden geliyorlar, dahası destek veriyorlar.

Yani ekonomik çıkar ilişkileri yürüterek, silah pazarlayarak, TC’yi NATO şemsiyesi altına alıp ‘NATO anlaşması’ temelinde her türlü siyasi ve askeri desteği ona sağlayarak aslında TC devletinin Kürtlere karşı yürütmüş olduğu soykırım saldırılarına destek vermiş oluyorlar. Sadece göz yummuyorlar, izin vermiyorlar, görmezden gelmiyorlar, aynı zamanda destek veriyorlar ve bir tarafıdırlar. TC devletinin Kürtlere karşı işlediği soykırım suçunun birer ortağı durumundadırlar.

ÇÖZÜM İSTEMEYEN KÜRESEL-DEVLETÇİ GÜÇLERDİR

Aslında Kürt sorununun varlığının sürmesinden, çözülmemesinden yana olan, çözüm istemeyen küresel-devletçi güçlerdir. Uluslararası komployu unutmayalım; Önder Apo Avrupa’ya çıktı ve Kürt sorununun asgari demokratik ilkeler temelinde, Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları temelinde program sundu. Buna karşı nasıl bir saldırı yürütüldüğünü, ABD’nin, CIA’nin nasıl kovuşturma yürüterek 15 Şubat komplosunu ortaya çıkardığını, Önder Apo’yu nasıl 23 yıldır İmralı işkence ve tecrit sistemi içine koyarak Kürt sorununun çözümünü engellemeye, dolayısıyla Kürt sorunu temelinde çelişki ve çatışmanın derinleşerek sürmesini sağladıkları ortadadır. Bunu net bir biçimde görüyoruz.

Önder Apo’ya kim saldırdı? Önder Apo Roma’da ne ilan etti? Avrupa Birliği niye sahip çıkmadı? ABD niye çözümleyici yaklaşmadı? Hep bu nedenlerle oldu. Öncelikle bir defa bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Bugünkü tüm politikaların altında aslında Kürt sorunu denen, Kürtlerin yok sayılıp soykırıma uğratılması zihniyeti ve politikası yatıyor. Bu da bir küresel politikadır. Küresel-kapitalist devlet hegemonyasının ortaya çıkardığı bir zihniyet ve siyasettir. Onlar soykırımcı politikanın sahibidir. Dolayısıyla bu sorunu yaratan onlar. Bundan çıkar sağlayan onlar. Çözüme karşı olan onlar. Böyle olunca da bu soykırımcı zihniyet ve siyaset Kürt sorununu çözmek isteyen, Kürt varlığını ve özgürlüğünü savunan, Kürt özgürlük iradesini ve bilincini, örgütünü ve eylemini ortaya çıkartan, Kürtlerin ulusal demokratik hakları temelinde soykırımcı zihniyet ve siyaseti ortadan kaldırarak Kürtlerin de birlik içinde kendi demokrasilerini geliştirmelerini isteyen zihniyet ve siyasete karşı çıkıyor. Kürt sorununu yaratan zihniyet ve siyasete, onun mücadelesine destek veriyor. Böyle bir mücadeleyi haklı çıkarabilmek için de “Teröre karşı mücadele ediyorum” diyor. Günümüzde ‘terör’ kavramı böyle kullanılıyor. Ne yazık ki terörizm buna indirgenmiş bulunuyor. Ucuz bir biçimde karşıtını suçlama kavramı haline getirilmiş durumda. Terör-terörist denince akan sular duruluyor.

İŞİ HUKUKSAL KILIFINA UYDURUYORLAR

TC devleti bu temelde PKK’ye, PKK gerillasına karşı yürüttüğü Kürt soykırım savaşını ‘teröre karşı mücadele’ olarak tanımlıyor. Kürt sorununu yaratan ve ondan yararlanan, çıkar sağlayan, çözümünü istemeyen devletler de TC’nin bu tanımlamasına dört elle sarılarak Kürt sorununu devam ettirmeyi, TC’nin yürüttüğü Kürt soykırım savaşına destek verip gerçeği bu şekilde kamufle ediyorlar. Anlayacağınız, işi kitabına uyduruyorlar. Buna ‘hukuksal kılıfa uydurmak’ demek lazım. İşte “Türk devletinin teröre karşı mücadele etme hakkı vardır, biz de bu mücadeleyi destekliyoruz” diyorlar. Tamam da, Türk devleti kime, neye terör diyor? Kürt’e terör diyor. Kürt’ün varlık ve özgürlüğüne terör diyor. Ona karşı savaşıyor. Sen Türk devleti ‘terör’ diyor diye aynı biçimde Kürt’ü terörist görüyor musun? Kürt halkının ulusal demokratik hakları için mücadeleyi terörizm sayıyor musun, reddediyor musun? Kürt soykırımından yana mısın? Bunu açıkça söylemek gerekir. ‘Terör’ kavramıyla üstünü örtüyorlar, maskeliyorlar, hukuki kılıfa uyduruyorlar.

Aslında yürüttükleri soykırım savaşını ve bu temeldeki insanlık suçunu gizlemeye çalışıyorlar. Bunu bir de bilerek, isteyerek yapıyorlar. Planlı bir biçimde yapıyorlar. Hiç kimse bilmeden, anlamadan yapılıyor sanmasın. Tam tersine bunu bilerek, isteyerek, planlayarak yapıyorlar.

Böyle bir hukuki kılıf uydurmak için de geçen 40-50 yıl içerisinde çeşitli provokasyonlar, oyunlar geliştirmiş bulunuyorlar. Bunu da bilmemiz gerekli. Dolayısıyla TC’nin teröre karşı savaş kavramına meşruiyet kazandırmak için birçok iç ve dış provokasyonların geçen dönemde yaratıldığını biliyoruz. Bunlardan bir tanesi, 1981 yılında Mehmet Ali Ağca’nın Papa’ya suikast girişimiydi. Mehmet Ali Ağca bir MHP’liydi. Bir kontr-gerilla elemanıydı. TC devletine, onun MİT’ine bağlıydı. Avrupa’nın göbeğinde Papa’ya silah sıkma cüretini gösterdi. Bu kadar saldırı yapabildi. Demek ki çok destek gördü. Avrupa’dan da destek verenler oldu. Şimdi bunu niye belirtiyoruz? Bir MHP’linin, faşistin Papa’ya suikast girişiminde bulunmasının Kürtlerle, PKK’yle, Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşıyla ilgisi ne? İlgisi şudur: Böyle bir terör saldırısı ile aslında Türkiye’deki terörün ne kadar tehlikeli hale geldiği, TC devletinin nasıl bir terör tehdidi altında olduğu, bunun dünyayı bile tehdit ettiği, dolayısıyla TC devletinin teröre karşı mücadelesinin ne kadar haklı ve meşru olduğunu ortaya çıkartmaya, yaymaya çalıştılar. Bu temelde 12 Eylül faşist askeri darbesinin gayri meşruluğunu gizlemek istediler. Ona haklılık payı vermeye, haklı çıkartmaya çalıştılar. Dolayısıyla 12 Eylül faşist askeri darbesine verilen destekleri haklı göstermek istediler. Adına ‘terör’ dediler.

Tabi Mehmet Ali Ağca’nın, bir faşist kontr-gerillacının terör eylemiyle tanımlanan ‘terörü’ hiç ayrıştırmadan daha sonra PKK’ye ve Kürtlere karşı mücadelede kullandılar. “Teröre karşı mücadele ediyoruz. Bakın terör Papa’yı vurdu, bu kadar tehlikelidir” diyerek sözde Papa’yı vuran teröre karşı; MHP’ye, kontr-gerillaya karşı mücadele ediyormuş gibi görünerek özünde Kürtlere karşı, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini yürüten PKK’ye karşı mücadele ettiler, savaş yürüttüler. PKK’ye, Kürtlere karşı yürütülen savaşı böyle bir terör kılıfı içinde maskelediler. Bu da yetmedi, PKK’ye, Kürtlere karşı saldırıya hukuksal kılıf geçirmek için kirli güçler, Gladyo 28 Şubat 1986’da İsveç Başbakan’ı Olof Palme’yi katlettiler. Anında “Bunu PKK yaptı, Kürtler yaptı” diye bir yalan yaydılar. Böylece Papa’ya suikastten gelen Türkiye’deki terör tehdidi Palme katliamını yapan ‘PKK terörü’ diye tanımlanarak hiç araştırmadan, gerçeklerin üzerini örterek PKK’yi uluslararası bir terör gücü olarak gösterip saldırıda bulundular. Her şeyi ona dayandırdılar. Bu onlar için doğru bir hedefti de. Çünkü Olof Palme gibi bir kişinin, İsveç gibi bir devletin başbakanının, küresel düzeyde etkinlik kurmak isteyen bir sosyal demokrat liderin katledilmesinin elbette hiçbir haklı, meşru yanı olamazdı. Onu yapan bir güç elbette halklar tarafından da, devletler tarafından da tehlikeli sayılıp üzerine gidilecekti ve böyle de yaptılar. PKK’ye karşı bir cadı avı başlattılar. Buna dayanarak PKK’nin nasıl tehlikeli bir terör örgütü olduğunu yaydılar. Terör listelerine aldılar. PKK’ye karşı ortak saldırı planları oluşturdular. NATO’nun PKK’ye karşı savaşı üstlenmesini buna dayanarak kararlaştırdılar. Avrupa’da PKK’lileri tutukladılar. Kürtleri tutukladılar, Düsseldorf davalarını kurdular. Tıpkı Hitler döneminde sosyalistlere, devrimcilere dönük provokasyonlar yapıp davalar açma, saldırılar yürütme gibi benzer provokasyonlarla bu sefer Kürtlere ve onun devrimci özgürlük öncüsü olan PKK’ye karşı benzer saldırılar yürüttüler. Hem TC devletinin Kürdistan’da Kürt gerillasına, kadınlarına, gençlerine, halkına karşı yürüttüğü insanlık dışı soykırım saldırılarının hepsine destek verdiler, meşruiyet kazandırdılar, hem de bunu uluslararası düzeyde yürüttüler. Birçok devlet bu saldırı içinde yer aldı. Almanya dava açtı. İngiltere TC’ye en büyük desteği verdi. Zaten ABD 12 Eylül darbesini destekleyendi. ABD NATO kapsamında PKK’ye karşı bütün savaşı üstlendiği gibi uluslararası komployu düzenledi. Önder Apo’nun kaçırılıp İmralı’ya götürülmesini, 23 yıldır İmralı işkence ve tecrit sistemi içinde rehin tutulmasını ortaya çıkardılar.

Sonra bu politikalar teşhir olup yürütülemez hale gelince bunun devam ettiğini göstermek için hareketimizin koordinasyonunu yürüten üç arkadaşa benzer tutuklama kararı çıkardılar. Aslında vur emri çıkardılar. TC devleti PKK yöneticileri için listeler hazırlıyor; kırmızı, yeşil, sarı, gri liste diye ve o listedekilerin hepsini vuruyor, alçakça katlediyor. NATO’dan aldığı destekle, mevcut teknik güçle, CIA’nın, KDP’nin verdiği istihbaratla bu katliamları yapıyor. Aynı biçimde ABD de kendi listesini hazırlamış bulunuyor.

Dikkat edelim, PKK’ye karşı bir listeyi AKP-MHP faşizmi, TC devleti hazırlıyor, bir de ABD hazırlıyor. Birbiriyle ne kadar paralel, ne kadar örtüşüyor ve benziyor. ABD’nin böyle bir liste hazırlaması, TC devletine PKK yöneticileri hakkında ölüm listeleri hazırlayarak her türlü ölüm saldırısı yapmasına meşruiyet, haklılık kazandırıyor ve teşvik ediyor. TC de bundan aldığı güçle PKK’ye karşı her türlü saldırıyı rahatlıkla yapabiliyor, Kürt soykırımını yürütebiliyor.

Şimdi bu konuda öyle bir kumpas var ki gerçekler açığa çıkmış olmasına rağmen, provokasyonlara dayalı söz konusu yalan sisteminde hiçbir değişiklik olmuyor. Örneğin, Mehmet Ali Ağca’nın ne olduğu açığa çıkmasına rağmen onun etkisi ortadan kalkmıyor. Olof Palme’yi katledenlerin PKK ve Kürtlerle hiçbir ilişkisinin olmadığı bu kadar net açığa çıkmış, kanıtlanmışken Palme katliamından dolayı PKK ve Kürtlere karşı yürütülmüş olan saldırılar, alınmış olan kararlarda hiçbir değişiklik olmuyor. Bir politika ve zihniyet değişikliği yoktur. Yine bir özeleştiri, yapılanların yanlışlığının ortaya konması yoktur. Dolayısıyla değişik bir politika yoktur. Tam tersine, çeşitli kılıflar altında tekrar “PKK terör örgütüdür” diyerek PKK yönetimi hakkında kararlar alma çabası var.

2015 Temmuz’unda AKP ile ABD anlaştılar; güya DAİŞ’e karşı ittifak yaptılar. TC, DAİŞ’e karşı koalisyona katıldı, ABD’den destek aldı, aldığı bütün desteği PKK’ye karşı savaşta kullandı. 24 Temmuz 2015’te 70 uçakla PKK kamplarına saldırdılar. Şimdiye kadar AKP-MHP faşizmi ne bir tane DAİŞ’liyi öldürdü, ne de yargıladı. Tam tersine DAİŞ’e ev sahipliği yapıyor. DAİŞ’in bütün geliş-gidişleri Türkiye üzerinden oldu. Ama ABD’ye göre sözde TC devleti DAİŞ’e karşı savaşıyor! diye TC’ye destek veriyor. AKP-MHP faşizmi o desteği alıp PKK’ye karşı saldırıda kullanıyor. Bunu ABD yönetimi bilmiyor mu? Çok iyi biliyor. Bile bile yapıyor. Ama hukuksal kılıfına uyduruyor. Sözde “biz DAİŞ’e karşı savaş gereği bunu yapıyoruz” diyor. Sıkıştığı zaman “Kürtlere karşı yapmıyorum” diyor ama hâlbuki verdiği destek Kürtlere karşı savaşta kullanılıyor. Aslında böyle kullanıldığını ABD de, Almanya da, İngiltere de çok iyi biliyor. Ama kendi kamuoylarını kandırmak için de üstünü maskeliyorlar, hukuksal kılıf uyduruyorlar. Böylece TC devletinin Kürt soykırım savaşını sürdürmesinin zeminini yaratıp imkânını ortaya çıkartıyorlar. Bu da Kürt sorununun devam etmesi demek oluyor. Kürtlerle mevcut devletlerin çelişki ve çatışması sürüyor. Bu çelişki ve çatışmadan ABD de, Almanya da, diğerleri de ekonomik kazanç sağlıyorlar. Kürtler kendilerine muhtaç oluyor. Böylece sahte biçimde soykırıma destek verdikleri halde kendilerini Kürt dostu gibi göstermeye çalışıyorlar.

Diğer yandan TC devleti de, İran’ı, Irak’ı, Suriye’si de kendilerine daha çok muhtaç kalıyor, daha çok ilişkiye yöneliyor. Dolayısıyla daha fazla ekonomik çıkar veriyorlar. Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, bütün Kürdistan’ın sömürüsünden daha fazla pay alıyorlar. Buraların zenginlik kaynaklarını sömürüyorlar. Daha çok kâr ediyorlar. Para kazanıyorlar. Kâr edip para kazanmak için mevcut Kürt soykırımını yürütüyorlar, yürütülmesine izin veriyorlar, teşvik ediyorlar, soykırım zihniyet ve siyasetini ayakta tutuyorlar. Bunu değiştirecek bir demokratik mücadeleye girmiyorlar. Dahası Kürt sorununu çözmek, soykırımcı zihniyet ve siyaseti ortadan kaldırmak için mücadele edenleri terörist ilan ederek saldırıyorlar. Çeşitli düzeylerde böyle bir saldırıya katılıyorlar. Böyle bir sistem kurulmuş durumda. Tamamen yalana, provokasyona, soykırım zihniyet ve siyasetine, tamamen daha çok kâr etmeye, para kazanmaya bağlı bir Kürt kapanı oluşturulmuş durumdadır.

Kürtler adeta kapana kıstırılmışlar. Mücadele etseler terörist sayılıyorlar. Etmezlerse yok oluyorlar, imha oluyorlar. Öyle ki kapana kıstırılmış bir varlık durumundalar. Bunu böyle sürdürerek buradan yarar, çıkar sağlamaya çalışıyorlar. Bununla para kazanıyor, yiyor, zengin oluyorlar. O zenginliğe lanet olsun, zehir-zıkkım olsun yedikleri! Böyle demek lazım. Böyle karşı çıkmak, teşhir etmek gerekiyor.

Öyle işler basit, amaçsız, çıkarsız olmuyor. Herkesin sorumluluğu farklı ama ortada bir suç ortaklığı var. Kürtler karşısında bu suç ortaklığı oluşturulmuştur ve bu da Ermeni, Rum, Asuri, Süryani soykırımına dayanmaktadır. Dolayısıyla bu suç ortaklığı açığa çıkar, gerçekler gün yüzüne çıkarsa herkes hesap vermek durumunda kalacak. Bundan korkuyorlar. Ortaya çıkmaması için de her türlü gizli, kirli ilişki ve ittifakı oluşturup saldırı savaşı yürütmeye çalışıyorlar.

PKK’nin KCK sistemi ve genel Kürt hareketi içindeki rolü nedir?

Öncelikle şu tespitleri yapmak lazım: Birincisi PKK başta KDP olmak üzere diğer Kürt örgütleri gibi bir aile, hanedan, ya da aşiret örgütlenmesi değildir. Tam tersine özgür bireye, demokratik topluma, Kürt halkına dayalı bir Kürt Ulusal Özgürlük Hareketidir. Dolayısıyla PKK’nin ideolojisini, siyasetini, strateji ve taktiklerini aile, hanedan, aşiret çıkarları değil, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin çıkarları belirlemektedir. PKK zihniyetini ve siyasetini tümüyle Kürt varlığının ve özgürlüğünün ilkelerine göre, çıkarlarına göre oluşturmaktadır.

Yine PKK mevcut siyasi sınırları dikkate alsa da Kürdistan’ın parçalılığını öngören, sınırları meşru gören bir parça örgütü, yerel ve bölgesel bir hareket değildir. Durum bunun tam tersidir. Evet, siyasi sınırları dikkate almakla birlikte Kürdistan’ı bir ve bütün olarak gören Kürt toplumunu bir ulusal bütünlük biçiminde tanımlayan, yerel-bölgesel değil, dört parça Kürdistan’da Kürt toplumunun bütününde, Kürt toplumunu oluşturan kadınlar, gençler, işçi-emekçiler tüm kesimler içinde, dinler mezhepler olarak her türlü din ve mezhep içerisinde çalışan, örgütlenen bir demokratik toplum, bir demokratik ulus hareketidir. Yani söz konusu ayrılıkların, farklılıkların hepsini Kürdistan özgürlüğü ve demokrasisi içerisinde, demokratik özerklik temelinde temsil edilir görerek aradaki çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırıp toplumsal birliği yaratabilmektedir.

Kısaca PKK aşiretsel, yerel, bölgesel bir hareket olmadığı gibi aynı zamanda Kürt milliyetçisi bir hareket de değildir; sadece Kürtler içinde örgütlenen, Kürtleri esas alan bir hareket değil, sadece zenginler içerisinde örgütlenen, zenginleri esas alan bir hareket değil. Sadece erkekleri örgütleyen, kadınlar içinde örgütlenmeyen bir hareket değil, sadece Müslümanlar içinde örgütlenen, diğer dinleri görmeyen bir hareket değil, sadece Sünni Müslümanlığı esas alan Alevileri, diğer İslami mezhepleri görmeyen bir hareket değil. Tam tersine dini, mezhebi, etnik grubu, ulusal kimliği ne olursa olsun, bölgesi neresi olursa olsun Kürdistan’da yaşayan tüm insanları demokratik ulus çizgisinde esas almakta, onların hepsini kendi halkı, kendi tabanı olarak görmektedir. Hepsi içinde çalışma yürütüp örgütlenmektedir.

Diğer yandan PKK başta KDP olmak üzere diğer örgütler gibi Kürt sorununu kendi ekonomik-siyasi çıkarları için kullanan ve kendi egemenlik sistemini geliştiren bir hareket değildir. Tam tersine kendini, Kürt varlığını ve özgürlüğünü kazanmak ve onu korumak için ortaya çıkartmış, kendini böyle bir amaca adamış bir varlık ve özgürlük hareketi; Kürt’ün güvenlik hareketi, Kürt varlığının ve özgürlüğünü koruma hareketi, Kürt’ün özsavunma hareketidir.

Bir de PKK’yi, onun gerillasını, onun halk örgütlenmesini kesinlikle bu temelde değerlendirmek lazım. Bu anlamda bir fedai hareketidir. Ulusal özgürlük ve varlık için kendini adamış bir harekettir. Kürt’e yöneltilen saldırı karşısında fedaice Kürt varlığını ve özgürlüğünü savunmak için savaşan, varlığını böyle bir mücadeleye adayan, kendini böyle bir mücadelede feda eden bir harekettir. Yani bir çıkar hareketi değil, bir egemenlik, iktidar hareketi değildir. Kürtler üzerinde bir egemenlik kurma hareketi değildir. Tam tersine Kürdistan üzerindeki sömürgeci-soykırımcı egemenliği ve saldırıları kırarak Kürt’ü var ve özgür yapma, onun varlığını ve özgürlüğünü savunma, onun özsavunma gücü olma hareketidir.

Benzer biçimde PKK’nin diğer Kürt örgütlerinden farkını ortaya koyabiliriz; örneğin bir mücadele hareketidir. Mücadeleden korkmayan bir harekettir. “İmkânım, fırsatım yok” diyerek sömürgeci-soykırımcı saldırılar karşısında mücadele etmekten kaçan, mücadele etmeyen bir hareket değildir. Tam tersine her gün şehitler vererek, her türlü bedeli ödeyerek tam bir fedai çizgisinde mücadele eden bir harekettir.

Diğer Kürt partileri neyi ifade ediyor? Pasifisttirler, teslimiyetçidirler, çıkarcıdırlar, iktidarcıdırlar. Silahlı olanları yok mu? Vardır. Örneğin KDP pratiğini esas alalım; saldırı oldu mu kaçandır. O silahı halka karşı kullanıyor. Düşmanına karşı, soykırımcıya, sömürgeciye, Kürt’e saldırana karşı değil. Saddam saldırıları karşısında hep kaçtılar. DAİŞ saldırısı karşısında kaçtılar. Bunları çok iyi biliyoruz.

Diğer Kürt örgütlerin birçoğu ise teslimiyetçidir, pasifisttir. Mücadele edemiyorlar. Sömürgeci-soykırımcı saldırılar karşısında direnemiyorlar. Direnmenin cesaretini, fedakârlığını gösteremiyorlar. Bedelini göze alamıyorlar. Tam tersine en pasif mücadeleyi öngörüyorlar; “biraz Kürtçe konuşalım, Kürt için azcık propaganda edelim” yaklaşımı içindedirler. Bundan öteye geçmiyorlar. Bir direniş örgütü, mücadele hareketi değiller, onun cesaretini, fedakârlığını oluşturmadılar. Öyle bir bedel ödemeyi göze alamıyorlar. PKK ise bu konuda tam bir kahramanlık çizgisinde mücadele ediyor. Gerçek bir fedai hareketidir. Bu konuda herhangi bir engel yoktur.

Şimdi PKK’nin diğer Kürt örgütlerinden farkını, Kürdistan halkının varlık ve özgürlük mücadelesindeki PKK’nin rolünü, Kürt hareketi, genel Kürt ulusal hareketi içindeki tanımını, rolünü, anlamını böyle ifadelendirebiliriz. Bunu daha da çoğaltabiliriz. Tabi bu anlamda diğer örgütlerden ciddi bir farkı vardır. Kimse aynılaştıramaz, benzeştiremez. Bu farkı görmek lazım.

Diğer partilerin çoğu ulusal hareket bile değil. Bir hanedan, aşiret hareketi, bir kısmı bir aile hareketidir. Her şeyi aile belirliyor. Tüm yönetim ailedir. Babadan oğula geçiyor. Demokrasiyle, ulusallıkla herhangi bir ilişkisi yoktur. Yüzyıllar öncesinin hanedanlık sistemini bugün Kürdistan’da temsil etmek istiyorlar. Ne yazık ki adlarını ‘Demokrat Parti’ koyuyorlar, yine ne yazık ki kendisine ‘Dünya Demokratik Güçleri’ diyen güçler, devletler, çeşitli uluslararası kurumlar tarafından demokrasi gücüymüş, Kürt ulusal gücüymüş gibi kabul görüyor, destek alıyorlar. İşte ironi, çelişki buradadır. Bunları yapan bütün güçler bilmiyorlar mı ki KDP’nin ne olduğunu? Nasıl bir aile-aşiret gücü olduğunu? Biliyorlar. Ama onlar üzerinden çıkar siyaseti yürütüyorlar. Çıkarları gereği doğruları bir yana itiyor, üstünü kapatıyor, yanlışta yürüyorlar. Çıkar herkesin gözünü köreltmiş. Bu dünyada çıkar için yapılmayan hile, oynanmayan oyun, söylenmeyen yalan kalmamış gibidir.

PKK-KCK İLİŞKİSİ

PKK ve KCK ilişkisine gelince; PKK bir parti, bir felsefi, ideolojik, örgütsel güç, bir örgüt, KCK bilinçlenmiş, örgütlenmiş bir halk, bir demokratik ulus, demokratik konfederalizm dediğimiz bir siyasi ve örgütsel sistem, yani bir toplum sistemidir. KCK bir örgüt değildir. Bazıları öyle anlıyorlar, öyle tanımlıyorlar. KCK kesinlikle öyle değildir. Örgütlenmiş halk, sistem kazanmış, bilinçlenmiş, örgütlendirilmiş demokratik ulus, bir demokratik siyaset, demokratik siyasi yönetimdir. KCK bunları ifade ediyor. Yani bin bir şekilde örgütlenmiş halkın organik toplamından oluşuyor. Bir politik, örgütsel, toplumsal sistem, bir demokratik halk hareketidir. Bu yönetim ulus devlet yönetimi değil, demokratik konfederalizm, demokratik halk yönetimi; halkın kendi kendini yönettiği bir demokratik sistemdir.

 PKK böyle bir halk hareketinin ruhu, duygusu, düşüncesi, ideolojik-örgütsel çizgisi ama kesinlikle yönetimi değildir. KCK ise bir demokratik yönetim, halkın kendi kendini yönetmesi, böyle bir yönetmeyi komünlerle, meclislerle yürütüyor. Yöneticileri seçimle geliyor, seçimle gidiyor.

PKK RUH, KCK BEDENDİR

Yani demokratik bir halk yönetimidir. Beden-ruh bütünlüğü temelinde değerlendirilirse; PKK ruh, KCK bedendir. Dolayısıyla PKK’nin KCK içindeki rolü bir ruh olması, demokratik ulus çizgisini, felsefeyi, ideolojiyi oluşturması, bu temelde toplumu eğitmesi, örgütlenmesine destek vermesidir. Yönetim halkın kendisidir ve yönetim sisteminin ismi KCK’dir. Şimdi PKK ile KCK ilişkileri böyledir. KCK içinde PKK’nin rolü KCK’nin tanımlanması da kesinlikle bu temeldedir.

Şimdi KCK sadece PKK’nin eğitimi ve örgütlenmesi ile mi oluşur? Hayır. PKK de bunun içinde temel bir güç, demokratik ulus çizgisini, demokratik özerklik özyönetimini, demokratik konfederalizm sistemini ortaya çıkartan bir güçtür. Ama bunları esas almak kaydıyla PKK’den farklı, kısmi ideolojik farklılıkları olan örgütler, gruplar da KCK içinde yer alabilirler. Onlar da Kürt halkını eğitebilirler, örgütleyebilirler. KCK yönetimine katılabilirler. Yani KCK içinde sadece PKK olur ve PKK’den oluşur diye bir şey yoktur. PKK anlayışı olur diye bir şey de yoktur.

Demokratik konfederalizmi kabul etmek kaydıyla bütün farklı örgütlenmeler, ideolojik güçler KCK yönetimi içinde yer alabilirler. KCK’ye katılabilirler. Tabi KCK’nin kurallarına göre, KCK’nin temsil ettiği demokratik yönetimde birlikte bulunurlar. Ama PKK ile bir olmazlar. O zaman PKK ile ittifak yapmış olurlar, çatışmazlar. Dostluk ilişkisi içinde bulunurlar. Ama ayrı partiler olarak kendi ideolojik mücadelelerini de kendi aralarında verirler. PKK-KCK ilişkileri açısından da bunlar tanımlanabilir.

Aslında öngörülen, esas olan KCK’nin demokratik siyaset temelinde çatışmasız örgütlenmesiydi. Ama TC buna fırsat vermedi. Legal imkânlar sunulmadı. İş çatışmalara vardı. Dolayısıyla KCK sistemi yeterince örgütlenemedi, geliştirilemedi. Mevcut çatışmalar bu durumu zorluyor, engelliyor. Bu ayrı bir durumdur. Ama Önder Apo ve PKK yönetimi böyle olsun istemedi. KCK kendisini mevcut devletlerle çatışmasız bir ortamda ilişkilenerek örgütlemek istedi. Bu yönlü birçok kez ateşkes konumunda oldu, ilişki-ittifak çalışması yürüttü, ancak Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyaset TC eliyle, AKP-MHP faşizmi temelinde bunu reddetti, saldırdı, çatışmayı ortaya çıkardı. Bugünkü çatışmalı durum ve çözümsüzlük bu temelde ortaya çıktı. Yoksa bütün bunlar da KCK’nin istediği bir durum değildi. Hele PKK böyle olmasını hiç istemedi ama süreci yönlendiremediler. Tam tersine süreci Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyaset yönlendirdi. Bütün bu çatışmaları Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ortaya çıkardılar. Sorumluları onlardır. Şimdi de onlar sürdürüyorlar. Bu gerçeğin de bilinmesi lazım.

KCK’nin kendisini bir uluslararası aktör olarak görmesi ve hükümetler ve uluslararası örgütler gibi diğer uluslararası aktörler ile ilişkiler kurmasını nasıl yorumluyorsunuz? KCK’nin bölgedeki nihai hedefi nedir? Diğer uluslararası aktörler tarafından nasıl tanımlanmak istiyor? Onlar ile nasıl bir etkileşim içinde bulunmak istiyor?

KCK tanımını bir önceki soruda yaptık. Böyle olunca kuşkusuz KCK Kürdistan Demokratik Topluluklar Birliği olduğu gibi bölgenin ve dünyanın benzer demokratik halk topluluklarıyla, güçleriyle, demokratik halk yönetimleriyle ilişki ve ittifaklar geliştirmeyi temel bir dış siyaset olarak öngörüyor, benimsiyor. Bu anlamda bir yerel-bölgesel güç olmadığı gibi dar bir ulusal hareket de değildir. Bölgesel ve küresel bakışı olan, halklarla ortak yaşamayı öngören bir harekettir. Bölgesel ve küresel bir aktördür. Dolayısıyla da bir defa demokratik halk güçleriyle, demokratik yönetimlerle, demokratik kurum ve kuruluşlarla, demokratik siyaset örgütleriyle en ileri düzeyde ilişki ve ittifaklar kurmayı, onlarla ortak bölgesel ve küresel hareketler geliştirmeyi, Ortadoğu Konfederalizmini, Dünya Demokratik Konfederalizmini örgütlemeyi, Küresel Demokrasi Hareketleri yaratmayı esas almaktadır. Kendisini bunların bir parçası olarak görmektedir. Bu anlamda bölgesel ve küresel demokratik konfederalizm hareketleri geliştirmeyi, demokratik-küresel kongreler toplamayı, her türlü demokratik güçle ulusal düzeyde, kadın, gençlik örgütlülüğü düzeyinde, emekçi hareketler düzeyinde ilişki ve ittifaklar geliştirmeyi esas almaktadır. Bu gayet normaldir, doğaldır, anlamlıdır. Yani Demokratik Konfederalizm anlayışının ve siyasetinin bir gereğidir.

Diğer yandan kuşkusuz sadece demokratik halk güçleri değil, küresel düzeyde iktidar ve devlet güçleri var. Ulus devlet sistemi var. Devletlerin küresel düzeyde oluşturdukları birlikler var. Devletlerle KCK’nin ilişkileri önemlidir. Önder Apo bunu devlet artı demokrasi olarak tanımladı. Teorik çizgisi böyledir. Yani ulus devletler artı demokratik konfederalizmler.

Ulus devletleri temsil eden güçler, sistemler açık ve biliniyor. Demokratik konfederalizmi temsil eden güçler de KCK ve KCK benzeri güçler, örgütler olacaktır.

Şimdi KCK ilişki ve çelişki içinde ulus devletlerle demokratik konfederalizmlerin bir arada varolmasını öngörmektedir. PKK’nin çizgisi ve anlayışı böyledir. Dolayısıyla KCK de siyaset olarak bunu öngörmektedir. Aslında bir anda devletleri tümden ortadan kaldırmayı, tümüyle devlet karşıtlığını yapmayı esas almamaktadır. Bunun mümkün olmadığı da ortadadır. Kendisi bir devlet yönetimi değildir. Demokratik halk yönetimidir. Yani demokrasidir. Hiçbir devlet demokrasi olamaz. Demokrasiye duyarlı olabilir. Devletlerden istediği demokrasiye duyarlı olmalarıdır. Yani halkların demokratik özyönetimlerini kabul etmeleridir. O özyönetimlerle bir demokratik siyaset temelinde ilişki ve çelişki yürütmeleridir. Böyle olursa devletlerle demokrasinin bir arada olması, demokratik siyaset temelinde aralarında demokratik mücadeleyi yürütmeleri, bu biçimde bir arada bulunmalarını KCK öngörmektedir. Onlar tarafından da böyle tanınmak, tanımlanmak ve kabul edilmek istenmektedir.

Eğer devletler KCK’yi demokratik özyönetimler olarak, halkın demokratik yönetimi olarak kabul ederse, KCK de o devletleri tanımakta, kabul etmektedir. Yani onlarla yönetimi paylaşmak istemektedir. Bu şekilde devletle demokrasinin bir arada olmasını istemektedir. Ama bir devlet demokrasiyi, KCK’yi tanımazsa, onunla demokratik özyönetimleri kabul etmez, onlarla bir çözüme varmazsa bu çelişki ve çatışma ortaya çıkartmaktadır. Daha doğrusu çelişkiyi çatışmaya dönüştürmekte, savaşlar ortaya çıkartmaktadır.

Geçmişte demokratik siyaset temelinde Türkiye’de çözüm aranırken onun gerçekleşmemesi ve çatışmanın ortaya çıkması buradan kaynaklandı. Mevcut TC devleti KCK’yi kabul etmedi, yok etmek istedi. KCK davaları açtı, tutukladı. Olmayınca KCK’ye karşı savaş açtı. KCK’yi tümden yok etmek, halkın KCK biçimindeki örgütlülüğünü ve kendi kendisini yönetmesini ortadan kaldırmak için bu savaşı geliştirdi. 2015 yazından beri bu saldırılar sürüyor. Buna karşı da KCK direniyor. Kürtlerin varlık ve özgürlük gücü, özsavunması olarak PKK direniyor ve savaşıyor. Mevcut çatışmalı durum, savaş da böyle ortaya çıktı.

Bu nedenle PKK’nin yeni paradigmasının, demokratik özyönetim çizgisinin, demokratik konfederalizm anlayışının doğru bilinmesi ve değerlendirilmesi lazım. Birçok güç bunu çarpıtıyor. Devlet güçleri doğru değerlendirmiyorlar. Halkın özyönetimi deyince hemen kendilerinin yok edilmesi olarak görüyorlar. Büyük düşmanlık olarak değerlendiriyorlar. Bu doğru değildir. Öyle olursa savaş, çatışma çıkar. Herkes demokrasiye duyarlı olmak zorunda.

Son ABD’de de yaşananlar da, dünyada yaşananlar da gösterdi ki devletler demokrasiye duyarlı olmak zorundadır. Halkın demokratik varlığına evet diyecekler. Saldırmayacaklar, düşmanlık etmeyecekler. Halkın demokratik varlığını, demokratik özyönetimini kabul edecekler.

 Bunlar olmazsa günümüz devletleri de artık kendi varlıklarını sürdüremezler. Dünyayı kıyamete götürüyorlar. İşte ekolojik durum ortada; kuraklık, yangın, sel, yerküre imdat çağrısı yapıyor. Bu devletlerin demokrasiyi kabul etmeyen, her şeyi çıkar mücadelesine, azami kâra dayandıran ideolojik ve siyasi duruşlarından dolayı böyle oluyor. Bunun önlenmesi kesinlikle demokratik özyönetimlerin esas alınması, dikkate alınmasıyla olacaktır.

KCK’nin bakışını da, diğer güçlerin KCK’ye nasıl bakması gerektiğini de kısaca böyle ifade edebiliriz. Bu temelde KCK devletlerle çeşitli toplumsal sorunların çözümü için ilişki ve mücadele içinde olmayı esas alıyor. Mücadeleyi demokratik siyaset temelinde yapmak istiyor. Çatışmalı yapmak istemiyor. Eğer devletler silahlı çatışmaya başvurmazlarsa KCK silahlı çatışmaya başvurmaz. Ancak silahlı saldırıyla karşılaşırsa kendisini özsavunma temelinde meşru olarak savunur. Başka türlü yapacağı bir şey de yoktur. O bakımdan KCK de devletlerin kendisini doğru tanımasını, anlamasını ve demokratik özyönetimlere doğru yaklaşmasını istiyor.

Yine KCK diğer halk güçlerinin, demokratik güçlerin, demokrasi hareketlerinin de kendisini doğru tanımasını ve bunlarla güçlü bir etkileşim ve iletişim içinde olmak istiyor. Özellikle demokratik özyönetimlerle, halk yönetimleriyle, demokratik halk güçleriyle, ekolojist ve feminist hareketlerle en güçlü ilişki ve dayanışma içinde olmayı, bölgesel ve küresel demokrasi kongreleri, demokrasi hareketleri geliştirmeyi esas alıyor, öngörüyor. Bu temelde çalışıyor. Onları böyle bir ilişkiye çağırıyor.

Devletlerle ise toplumsal sorunların çözümü için ilişki içinde olmak istiyor. Devletlere dönük yaklaşımı kesinlikle ilişki ve mücadeledir. Ne sadece ilişki mücadelesizlik, ne de sadece mücadele ilişkisizliktir. Hem ilişki hem mücadele içinde olmayı istiyor, esas alıyor. Bu bir zorunluluktur. Fakat mücadeleyi kesinlikle demokratik siyaset temelinde, demokratik kurallar ölçüsünde yapmak istiyor. Çatışmaya dönüştürmemek istiyor. Böylece demokratik halk örgütlülüğünün, mevcut iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkarmış olduğu sorunlara çözüm bulmak istiyor; her türlü eşitsizliği, köleliği, baskı ve sömürüyü ortadan kaldırarak farklılıkların kendilerini özgürce örgütledikleri demokratik konfederalizm birliklerini yaratmayı, böylece toplumsal sorunları çözerek, sorunlar altında boğulan bir dünya ve insanlık durumunu ortadan kaldırmayı, dünyayı daha demokratik, özgürlükçü ve yaşanabilir bir alan haline getirmeyi hedefliyor, istiyor. Çabası bu temeldedir. İlişkilerini bu esas üzerinde yürütüyor. İmkânlarını böyle bir dünyanın alternatif, özgürlükçü, demokratik, yaşanabilir bir dünyanın yaratılmasına seferber ediyor.

Mevcut koşullarda ve AKP-MHP rejiminin hükmü altında bir barış sürecinin ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan’ı bir barış sürecine ikna etmek mümkün mü? Öyle ise, bu durum neyi gerektiriyor? Yoksa siz farklı bir yaklaşıma sahip olan yeni bir hükümetin gerekliliğine mi inanıyorsunuz?

Kuşkusuz mümkün olmayan, imkânsızlık konumunda olan bir şey yoktur. Her şeyin az da olsa gerçekleşme imkânı vardır. Fakat bu imkân az olur, çok olur, o ayrı bir konudur. Ama az da olsa her şeyin gerçekleşme ihtimali ve imkânı vardır. Burada önemli olan bu ihtimalleri doğru görebilmek, imkân ve fırsatları doğru değerlendirerek amaçlananı gerçekleştirmektir. Bu anlamda Tayyip Erdoğan’ı bir barış sürecine ikna etmek mümkün mü? Bu ihtimali az olan, imkânlarını büyük ölçüde tüketmiş olan bir durumdur.

Aslında geçmişte böyle süreçler yaşandı. Tayyip Erdoğan da bazı çıkışlarıyla sanki buna açık olduğunu gösterdi gibi fakat sonuca gitmedi, pratikleşmedi. Neden? Biz iki nedene bağlıyoruz; birincisi kesinlikle dış ortam Kürt sorununun çözümüne, bu temelde bir barış sürecinin gelişmesine fırsat ve imkân vermedi. Tam tersine Kürt sorunu için çözümsüzlüğü, Türkiye’de de çatışmayı dayattı. Dolayısıyla dışarıya dönük yapılan konuşmalarda sanki birçok güç, birçok dış devlet barıştan, demokratik siyasi çözümden yanaylarmış, çatışmaya karşılarmış gibi kendilerini gösteriyorlar. Kamuoyunu böyle etkilemeye çalışıyorlar. Fakat gerçek böyle değil. Biz bunu net biliyoruz. Eğer öyle olsaydı 1998-1999’da Önder Apo Avrupa’ya çıktığında altın tepside Kürt sorununun çözüm imkânlarını sundu. O zaman hiçbir devlet bu çözüm imkânını elinin tersiyle böyle itmezdi. Almanya ve Fransa, İtalya’yı yalnız bırakmazdı. ABD 15 Şubat komplosunu düzenlemezdi.

Dolayısıyla devletlerin Kürt sorunu karşısındaki tutumu açıktır, nettir. Maskeleri düşmüştür. Sorunun çözümsüzlüğünden yanalar, sorunun devam etmesini istiyorlar. Böylece Kürt sorunu temelindeki çelişki ve çatışmanın sürmesini istiyorlar. Oradan çıkar sağlıyorlar. Çözüme yönelen güçlerin üzerine gidiyorlar. Tayyip’i de öyle zorladılar.  En çok PKK’yi zorladılar. Önder Apo’ya, PKK’ye saldırdılar. Yönetimimiz ateşkes ilan ettiğinde Avrupa’da ateşkes ilan etmek için yasal açıklama yapma zemini bulamadı. “Ateşkes ilan etmeyecek, savaşı sürdüreceksiniz” diye bize defalarca dayatmalarda bulunuldu. Bu dayatma açık oldu-gizli oldu, sözle oldu-fiiliyatla oldu ama bize dayatılan çatışmaydı, çözümsüzlüktü. Biz hiçbir devletten bir çözüm dayatması, çözüm programı, çözüm projesi görmedik. Hiç kimse karşımıza böyle gelmedi. Tam tersine bizimle ilişki kurdular, düşüncemizi, siyasetimizi, niyetimizi öğrendiler; eğer niyetimiz çözümden yanaysa, ateşkesten yanaysa onu boşa çıkartmak için saldırılarda bulundular. PKK çatışma içindeyken değil, ateşkes sürecindeyken Avrupa’nın terör örgütleri listesine alındı. Dolayısıyla bu devletlerin neyi istediğini bilmemiz lazım.

Tayyip Erdoğan başta sanıyordu ki bu devletlerin hepsi çözüm istiyor. Kürtlerden yana. Dolayısıyla “Kürt sorununu çözersem destek verirler” dedi. Fakat kısa sürede gördü ki gerçek bunun tam tersidir. Böylece dıştan destek bulamadı. Dıştan yönlendirme olmadı. Tayyip Erdoğan ABD tarafından iktidara getirilen, dış destekle yönetim olan bir güçtür. Dolayısıyla bu devletler, ABD, NATO ne isteseydi onu yapardı. Çatışma istediler, durum çatışmaya gitti.

ERDOĞAN İLE KÜRT SORUNU ÇÖZÜLEMEZ

Diğer yandan tabi bir TC devleti var, onun derin, gizli yönetimi ve kontrgerillası var. Milliyetçi, faşist, Turancı, ırkçı, şovendir. Devlet Bahçeli o yönetimin bir elemanıdır. MHP gibi güçler o yönetim tarafından oluşturulmuş bir devlet gücüdürler. Paramiliter güçtürler.

Tayyip Erdoğan’ın da biraz milliyetçi damarı vardır. Tümüyle o güçlerden olmasa da onların etkilemesi vardı. Diğer yandan onlar da tıpkı dış güçler gibi baskı yaptılar. Bu iç-derin devletin gerçek güçleri de çözüm değil çözümsüzlükten yana, barıştan değil savaştan yana Tayyip Erdoğan’ı yönlendirdiler. Sonuçta mevcut çatışmalı süreç böyle gelişti. Bugün MHP ile ittifak halindedir.

Aslında Tayyip Erdoğan Türkiye’yi demokratikleştirme, Kürt sorununu çözme imkân ve fırsatlarını çok büyük oranda tüketti, bitirdi. Kendine verilen krediyi bitirdi. Gerçekten de Kürtler en büyük krediyi verdiler. Defalarca ateşkes ilan ettiler, görüşmeler yaptılar. Çözümden yana oldular. Çözüm süreçlerine evet dediler. Hiç kimse Kürtlerin verdiği destek kadar Tayyip Erdoğan’a fırsat, imkân, destek veremezdi. Ama bunları doğru, yeterli kullanmadı, imkân ve fırsatları giderek tüketti. Çeşitli güçler tarafında da böyle etkilendi. MHP ile ittifak kurduruldu. Artık barış getiren, Kürt sorununu çözen bir güç olmaktan çıkarak Kürt soykırımını başarıya götürmeyi, uluslararası komployu başarmayı, böylece Kürt sorununu, Kürt’ü yok ederek, Kürtleri soykırıma uğratıp asimile ederek çözmeyi öngören bir zihniyet ve siyasete tümüyle kendini kaptırdı. Böyle bir siyasi güç haline getirdi. Bugün AKP-MHP ittifakı kesinlikle böyle bir ittifaktır.

Bir defa MHP’den tümden uzaklaşması gerekir. MHP ile barışa, Kürt sorunun çözümüne yönelinemez. Günümüzde ise AKP’nin MHP’den uzaklaşması, Tayyip Erdoğan’ın MHP dışı bir siyaset izlemesi imkânsız görünüyor. MHP’den uzaklaşırsa böyle bir şeyi yapabilir mi? Eskisi gibi kitle tabanı yok. İçlerinden iki parti çıktı. Kürtler, diğer ezilenler defalarca destek vermesine rağmen bu desteği kötüye kullandı, değerlendirmedi. Dolayısıyla ciddi bir güven kaybı ortaya çıktı. Artık ben bu işi yapacağım dese de Tayyip Erdoğan’a Kürtlerden, kadınlardan, Alevilerden, işçi ve emekçilerden çok fazla bir destek gelmez. Kimse inanmaz, güven duymaz.

Bu bakımdan artık Tayyip Erdoğan’ın başka bir politika izlemesi imkânsızlık düzeyinde zordur. Kürt sorununun çözümüne dayalı bir barışı getirmesi, böyle bir politikaya yönelmesi zordur. MHP’den uzaklaşması da zordur. Böyle bir destek bulması da zordur. Bu kadar ırkçı-faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete angaje olmasaydı, Kürtlere bu kadar saldırmasaydı, toplumsal desteğini korusaydı, tabi o ortamda bir de dış güçler tutarlı bir biçimde gerçekten Kürt sorununun demokratik çözümünü ve bu temelde barışı isteyip dayatsalardı, öyle bir şey olabilirdi. Ama halihazırda dış güçler böyle yapmıyorlar.

Tayyip Erdoğan MHP’den kopamaz. İç toplumsal desteğini kaybetmiştir. Dahası 2015’ten bu yana 6 yıldır Kürtlere karşı hiçbir TC yönetiminin yürütmediği kadar vahşice ve çok yönlü bir soykırım saldırısı yürütüyor. Bakurê Kurdistan’da halka yapmadığı kalmadı; mezarlarını tahrip etti, kutsallarına saldırdı, İmralı işkence ve tecrit sistemini zirveye çıkardı, kadınlara her türlü hakareti yaptı, insanlık değerlerinin asla kabul etmeyeceği kadar vahşi bir saldırganlık yürüttü. Bununla yetinmedi, benzer saldırıları Rojava Kürdistan’a yöneltiyor; Efrîn’de, Serêkaniyê’de katliamlar yapıyor, Başûrê Kurdistan’a yöneltiyor; Bradost’ta, Heftanin’de, Metina’da katliamlar yapıyor, köyleri boşaltıyor. Dolayısıyla en büyük Kürt soykırımcısı, Kürt katliamcısı haline geldi. 6 yıldır yapmadığı kalmadı. Artık Kürtlerin bu yönetime, Tayyip Erdoğan’a güven duymaları, ondan çözüm beklemeleri imkânsızdır. Kesinlikle bunun inandırıcılığı olmaz. O halde geriye Tayyip Erdoğan’ın düşmesi, düşürülmesi kalıyor. Başka hiçbir yol yoktur.

Tayyip Erdoğan ile Türkiye demokratikleşemez, Kürt sorunu çözülemez. Bu imkân tükenmiştir. Bu şans ve fırsat bitmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümü için yeni bir yönetime ihtiyaç vardır. Demokrasiye açık, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve Kürt sorununun çözümünü isteyen, daha doğrusu Kürt özgürlüğü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen, Türkiye’yi demokratikleştirerek Kürt sorununu çözmeyi kendisine ilke yapan, program yapan yeni bir demokratik yönetime kesinlikle ihtiyaç vardır.

HDP böyle bir yönetim oluşturmak için çalışmaktadır. Esas engelleyen muhalefetin buna girmemesidir. CHP içinde, CHP yönetimi tarafından oluşturulan engeller var. Yine Millet İttifakı’nın içinde engeller var.

ANTİFAŞİST DEMOKRASİ MÜCADELESİ HER DÜZEYDE GELİŞTİRİLMELİ

Bu durum aslında güncel olarak böyle bir çözüm yönetimini ortaya çıkartmayı, muhalefeti bu noktaya getirmeyi engelliyor ama bu konuda dış tutum yine de önemli. Çözüm içte olmalı ama dış siyaset Türkiye için önemlidir. NATO’nun, ABD’nin, Avrupa’nın tutumları Türkiye açısından belirleyicidir. CHP için belirleyicidir.

Eğer dış güçler gerçekten Kürt sorununun demokratik çözümünü isterlerse, Kürt özgürlüğüne dayalı bir Türkiye demokratikleşmesini öngörürlerse, Kürt sorununu çözerek Türkiye’ye barış getirmeyi isterlerse, böyle bir Türkiye arzuladıklarını, böyle bir Türkiye yönetimi istediklerini ortaya koyarlarsa Türkiye’de siyasi tercihler değişebilir. Kürt sorununun çözümü temelinde bir barışı ve demokrasiyi sağlamak isteyen siyasi eğilimler ortaya çıkabilir. Mevcut muhalefet partilerinde bu yönlü yönetimler gelişebilir. Çünkü dışa çok fazla bağlıdırlar. Dıştan çok fazla etkilenmektedirler.

Bir diğeri ise içte mücadeledir. Halkı eğitme, bilinçlendirme mücadelesi, antifaşist demokrasi mücadelesini her düzeyde geliştirme, kadınlar, gençler başta olmak üzere işçi ve emekçilerin, Alevilerin, tüm ezilen halkların doğru bilinçlenmesini, demokratik ulus temelinde alternatif bir demokrasi yönetimini ortaya çıkartmayı öngörmeleridir.

AKP-MHP yönetimi gerçekten de toplumu zorladı, daralttı, çok sıktı. Bu koşullarda AKP-MHP’den uzaklaşma, dolayısıyla Kürt sorununun çözümü temelinde bir barış ve demokrasiyi geliştirme zihniyeti ve siyaseti Türkiye toplumunda gelişebilir ve bu kazanılabilir. Bu anlamda hem içte yürütülecek mücadeleye belirleyici düzeyde büyük görevler düşüyor, devrimci-demokratik güçlerin doğru ve etkili bir antifaşist mücadele yürütmeleri lazım. Anlayışları doğru olmalı, programları doğru olmalı, birlik içinde yürütmeliler, hem de dış güçler gerçekten demokratik bir Türkiye istemeliler. Kürt sorununu çözen bir Türkiye istemeliler. Irkçı-faşist Türkiye yönetimine karşı çıkmalılar. Kürt soykırımını yürüten Türkiye yönetimine karşı çıkmalılar. Faşizmin ve soykırımın ortağı, müttefiki olmamalılar. Tam tersine ona karşıt olmalılar. Böyle olursa o zaman alternatif bir demokratik yönetim Türkiye’de yaşayan bütün halkların temsilcilerini, tüm Türkiye’nin demokratik güçlerini içine alarak gelişebilir ve Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli ırkçı-faşist diktatörlüğünü aşarak demokratik Türkiye’yi ve Özgür Kürdistan’ı yaratabilir. Özgür Kürdistan demokratik Türkiye olduğu kadar, demokratik Ortadoğu olur. Gerçekten de insanlık için kadın özgürlüğü temelinde özgür ve demokratik bir yaşam sunar.