37 yıl önce yükselen ses: Sizi yargılayacağız!

Bu ses 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır askeri mahkemesinin bir salonunda yükseliyordu: “Evet sizi yargılayacağız, çünkü tarih ve halkımız karşısında suçlusunuz.”

“Şimdiye kadar mahkeme kürsüsünde kendimizi, kendi görüş ve düşüncelerimizi, kimlik ve felsefemizi bir biçimde de olsa ifade edebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak ne yazık ki bizlere bu hak tanınmadı. Mahkemelerde söz hakkı istediğimizde her defasında baskı ve işkenceye maruz bırakıldık, sadece itirafçılar, hainler ve dönekler konuşturuldu. Geldiğimiz aşamada artık mahkemelere gelmemizin bir anlamı yoktur. Elbette ki bizden, düşüncelerimizden korktuğunuz için bunu yapıyorsunuz. Çok iyi biliyorsunuz ki eğer söz hakkı verirseniz bizi yargılamak istediğiniz o sanık kürsüsünde siz yargılanacaksınız. Evet sizi yargılayacağız, çünkü tarih ve halkımız karşısında suçlusunuz. Bu nedenle hep itirafçıları ve dönekleri konuşturuyorsunuz. Bize karşı olan öfkenizi onları kusturarak açığa çıkartıyorsunuz…

Daha da önemlisi, cezaevlerinde bize yapılan sistemli işkence ve onur kırıcı uygulamalardır. Dünyada uygulanmış ne kadar işkence türü varsa hepsi bizleri teslim almak için kullanılıyor. Bunu yapan Türk Gestaposu Esat Oktay Yıldıran, yaptıran ise cuntanın başı Kenan Evren ve Türk kontrgerillasının sorumlusu, ama aynı zamanda 7. Kolordu Komutanı Kenan Yamaktır. Bir de işbirlikçi, hain ve dönüklerin başı Şahin Dönmez ile Yıldırım Merkit var. Bu iki hain de cellatlarla birlikte her gün bana ve arkadaşlarıma sistematik olarak işkence yaptırıyorlar. Şimdiye kadar onlarca arkadaşım işkence ile katledildi. Bu nedenle gelinen aşamada artık mahkemeye gelmenin bir anlamı yoktur. Bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyorum. Siyasi ve insani kimliğimize uygun bir yaşam biçimi hayata geçirilene kadar eylemimi sürdüreceğim.”

Bu sözler Hayri Durmuş’un, 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır askeri mahkemesinin bir salonunda “mahkeme heyeti” denilen cellatlar güruhunun karşısında tarihe bıraktığı konuşma notlarıydı.

Hayri Durmuş; ifade edilmesi gerekeni ifade etmiş, tarihe söylenmesi gerekenleri söylemiş, halkına ve partisine ulaştırmak istediği mesajı not iletmişti. Cellatların karşısında kararlı, iradeli ve duygu yoğunluklu bir konuşma ile haykıra haykıra eylemini açıkladıktan, mahkeme salonunda çaresizce oturan tutsaklara hüzün ve zafer dolu bir bakış fırlattıktan sonra gidip yerine oturmuştu. Bu sefer bir başkaydı duruşu; tarihin kendisine verdiği büyük bir görevin gereklerini yerine getirmiş olmanın huzuru ve güvenini taşıyordu etrafına…

Korku ve paniğe kapılan cellatların celladı mahkeme başkanı Hamdullah Kaya; "Ne oldu Hayri ne var, bir sorun mu var? Eyleme gerek yoktur, varsa sorunları birlikte halledebiliriz" diye seslenir Hayri’ye… Hayri, artık cevap vermeye gerek duymaz ve hemen o anda salonda oturan yüzlerce tutsağın içerisinde, belki de yaşça en küçükleri olan Ali Çiçek adeta yerinden fırlayarak kürsüye doğru ilerler; kısık ama kararlı bir ses tonuyla mahkeme heyetinin gözlerinin içine bakarak konuşmaya başlar: “Hayri abiye katılıyorum, PKK bana teslimiyeti değil direnişi öğretti. Şu andan itibariyle Hayri abi ile ölüm orucuna başlıyorum…”

“Mahkeme heyeti” denilen cellatlar güruhu tam bir şaşkınlık içerisinde… Beklemedikleri bir anda ve beklemedikleri bir direniş tavrı karşısında şaşa kalırlar… Bir el daha kalkar en ön saflarda. Kemal Pir söz hakkı almadan, kürsüye doğru ilerlerler ve o gür, güven ve kararlı sesiyle haykırır: “Bundan aylar önce Esat Oktay Yıldıran ile aramızda geçen bir diyalogda şunu demiştim: ‘Bu andan itibaren sana ve sistemine karşı geliştirilecek herhangi bir eylemin başlatıcısı ben olmayacağım. Fakat eğer bir kişi başlarsa ikinci kişi ben olurum. Daha önce başlatmış olduğumuz direniş sözcüğün gerçek anlamıyla hedefine ulaşmadı. Sözünüzü tutmadınız. Askeri gelenekte hedefine ulaşmayan bir komutan ikinci kez ordunun başına geçmez. İşte şimdi zamanı geldi. Hayri’nin başlatmış olduğu ölüm orucu eyleminde bir direnişçi olarak yerimi alıyorum. PKK’nin taviz vermez direniş çizgisi kazanacaktır. Kesin ve tereddütsüz bir şekilde Hayri ve Ali’yle birlikte ölüm orucuna başlıyorum…”

Tutsakların bulunduğu yerde eller yükselmeye devam eder. Üç derken direnişçi sayısı altı olur ve eller kalkmaya devam eder. Panik içinde olan mahkeme heyeti alelacele duruşmaya son verir ve heyetin üyeleri adeta kaçarak mahkeme salonunu terk ederler…

Mahkeme dönüşünde Hayri Durmuş tek bir saniye bile kaybetmeden mesaj iletmek için hücrenin arka tarafına geçer ve hiçbir zaman su akmayan musluğa bağlı su borusundan arkadaşlarına şu mesajı iletir: “Başardık başardık altı kişiyle başardık…”

Evet, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi altı kişiyle başlar ve dört şahadetin ardından son bulur. Hayri Durmuş’un mahkeme salonunda eylem gerekçesini çok açık ve net bir biçimde ifade eder. Konuşmasının bir yerinde şunu söyler: “Yurtseverlere teslimiyet, bize ihanet, hareketimize ise tasfiye dayatılıyor. Buna izin vermeyeceğiz, bunu engelleyeceğiz, ölümümüzün pahasına da olsa teslimiyeti de ihaneti de asla kabul etmeyeceğiz. Ben PKK merkez komite üyesi olarak mahkemeye çıkıyorum ve bu sıfatla konuşmam gerektiği gibi, siz de mahkeme heyeti olarak bana böyle yaklaşmak durumundasınız. Siz beni suçlayarak yargılamak ve mahkûm etmek istiyorsunuz, ben ise buna karşı durarak gerçekten de PKK’nin ve Kürdistan halkının kim olduğunu ve bizim ne yapmak istediğimizi burada, şu kürsüde tarihe ve halklara seslenmek istiyoruz. Bize teslimiyet ve ihaneti dayatmanız sizin işiniz, bizim işimiz de dayatmalarınızı kesin bir biçimde kabul etmemek ve sınırsız bir biçimde direnmektir…”

Bu sözler 14 Temmuz ölüm orucunun hem manifestosu hem de direnmenin mutlak anlamda kesin ve olmazsa olmaz bir görev olduğunun da en sade ve en berrak ifadesi olur. Demek ki 14 Temmuz ölüm orucu en başta teslimiyete ve ihanete karşı kesin ve keskin bir duruşu ifade ederken, onun önderleri de lamı cimi olamayan, herhangi bir tartışmaya yer vermeyen, zerre kadar muğlaklığı bağrında taşımayan büyük bir fedakârlık ve fedailik ruhuyla ihanete “dur” diyen cesur yürekli eylemciler olur.

İkincisi; Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesine karşı büyük bir var olma, kendini, yarınını koruma, ideolojik ve politik müfreze konumunda olan PARTİ’yi koruma altına alıp onu savunmanın en cesurca dile getiriliş biçimi olurken, aynı zamanda onu en zor koşullarda, faşizmin şaha kalktığı karanlık bir zamanda korumanın sigortası olur. Bu koşullarda ciddi bir yenilgi, büyük bir bozgun olmazsa artık hiç kimse onu tasfiye edemezdi. Kendini, rüştünü burada, bu zor koşullarda, bu karanlık dönemde kanıtlanmış ve dolayısıyla çeliğe su vermek kadar sağlam olacaktı. Bu anlamda 14 Temmuz büyük ölüm orucu PARTİ’ye çeliğe çifte su verme görevini yerine getirir. 14 Temmuz büyük ölüm orucu olmasaydı PARTİ 5 No’lu zindanın duvarları arasında büyük oranda tasfiye olup gidecekti. Demek ki PARTİ’yi büyük bir tasfiyeden kurtaran 14 Temmuz ölüm orucu olmuştur.

Üçüncüsü; 5 No’lu vahşeti aynı zamanda insanları, yurtsever ve PARTİ’li olanları hedeflemişti. Bu işkence merkezinde toplumun en yiğit, en cesur ve en önde yürüyen insanları yoğunlaşmış şiddet sarmalında, büyük bir korku eşliğinde, bir daha onarılması mümkün olmayan bir kişilik ve irade kırılması gerçekleştirilecekti. Bu kırılma sadece zindan duvarları arasında kalmayacak, iradesi kırılıp teslim alınan kişilerin şahsında zehir gibi tüm topluma yaydırılacaktı. İşte 14 Temmuz büyük ölüm orucu aynı zamanda bu Zehir’in panzehri olarak ortaya çıkar. Esat Oktay Yıldıran, Kemal Yamak ve Kenan Evren, zehri en keskin ve en yoğun olan Kara Mamba yılanı gibi tüm tutsakları sistematik bir biçimde zehirlerken Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif yılmaz ise panzehir görevini gören PARTİ’li önderler olarak sürece damgasını vuran devrimci şahsiyetler olur.

Dördüncüsü; 14 Temmuz büyük ölüm orucu zifiri karanlığı aydınlatan, korkuya meydan okuyan, zalime ve zulme karşı isyan etmeyi erdem olarak gören bir cesaret meşalesi olarak önce zindanı daha sonra dağları aydınlatan bir direniş mesajı olur. Zindanda ve dışarıda “ne yapacağız, nasıl bir yol izleyeceğiz, hangi araçları kullanacağız” diye bir arayışa girme yerine, “işte 14 Temmuz ölüm orucunun direniş manifestosu, işte Hayri-Kemal-Akif ve Ali’nin paradigması” diyerek hem zindanın paslı duvarlarını yıkarlar hem de 15 Ağustos’a giden yolu bulurlar. Yani 14 Temmuz ölüm orucu aynı zamanda yeni bir milat olur; ideolojik ve örgütleme sürecinden sıcak bir döneme, sömürgeciliğin anladığı dille mücadele etme sürecine giden yolu gösterirler. 12 Eylül'ün yarattığı umutsuzluğa, "ne olacak" sorusunun yarattığı karamsarlık ve belirsizliğe kesin bir vuruşla mücadelenin yol ve yönteminin yanında büyük bir umut kaynağı da olur. Nasıl ki 12 Eylül faşizmi büyük bir umutsuzluk kaynağı olarak ortaya çıkıyorsa, 14 Temmuz büyük ölüm orucu da büyük bir umudun kaynağı olarak anlam buluyor. 12 Eylül faşizmi topluma ve halklara, Kürtlere ve diğer farklı uluslara ölümü dayatırken, 14 Temmuz büyük ölüm orucu ise özgür bir yaşamı inşa etmenin temelini atar. Birisi ölümü ve karanlığı, diğeri ise yaşamı ve aydınlığı temsil eder. Karanlığın ve ölümün adı olan Kenan Evren, Kemal Yamak ve Esat Oktay Yıldıran'dır, özgürlüğün ve yaşamın ruhu ise Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek'tir. Birinci grupta yer alanlar Ehrimen'in temsil ettiği tüm kötülükleri, ikinci grupta yer alanlar ise Ahura Mazda'ın ruhunda anlam bulan tüm iyilikleri temsil ederler.

Beşincisi; 14 Temmuz büyük ölüm orucu PARTİ'de fedailik ruhunu önderlerin şahsında yaşamlaştırılan bir sürecin en derin bilinci ve bu bilincin en keskin eylemi olur. 14 Temmuz eylemi PARTİ'de şu veya bu biçimde varlığını sürdüren bencilik ve bireyselliğe karşı vurulan en keskin kılıç darbesi olur. 14 Temmuz eylemi ile "ben" olgusu tamamen, ama tamamen ölürken "biz" olgusu ise PARTİ'nin vazgeçilmez hakikati, yeni yaşamın bir parçası haline gelmiş olur.

Altıncısı; 14 Temmuz eylemi Kürt ulusunun, Kürt halkının teslimiyet ve ihanete karşı büyük bir direnişin mayası, ama aynı zamanda halklaşma ve Türk halkı ile kesinlikle bir arada yaşama milat'ı olur. Kemal Pir ve Hayri Durmuş'un aynı hücrede, aynı mevzide, aynı eylem biçimi ve aynı amaç doğrultusunda şahadete ulaşmaları ile kardeşleşmenin en derin halini anlatır. "Önce ben ölmeliyim Hayri" diyen Kemal Pir'e, "hayır Kemal önce ben ölmeliyim" diye karşılık veren Hayri Durmuş’un Türk-Küt ve diğer halkların birlikte yaşamanın gerçekliği ve onun hakikati çok açık ve berrak bir biçimde ortaya çıkar. Türkiye halkları ve Kürtlerin Hayri Durmuş ve Kemal Pir’in şahsında anlam bulması, aynı zamanda 14 Temmuz direnişinin büyük bir enternasyonalist çizgide anlam bulan bir eylemin de ifadesi olur.

37 yıl sonra “tecridi kıralım faşizmi yıkalım Kürdistan’ı özgürleştirelim” hamlesinin bu çizgide yürümesi ve Başkan Abdullah Öcalan üzerindeki tecrittin belli oranda kalkması elbette ki tesadüf değildir. Ve dün olduğu gibi bugün de yarın da ve hiçbir zaman hiçbir şey tesadüf olmayacaktır. Her eylemin, her düşüncenin, her plan ve duruşun altında mutlak anlamda 14 Temmuz’un ruhu olacaktır. Bu ruh devrimin de özgürlüğün de, demokrasinin de, “altın çağ” denilen yarınların da güvencesi olacaktır…